ANA SAYFA
HABERLER
HACIBEKTAŞ
HACI BEKTAŞ VELİ
KÜLTÜR VE SANAT
HBV Anma Etkinlikleri
Gürbüz Sapmaz
Mithat Bektaş
Kazım Kalaycı
Bektaşi Fıkraları

ALBÜM
SANAL GEZİ
KÖYLERİMİZ
KÜNYE  VE  İLETİŞİM
SİTE HARİTASI






  Hava Tahmini

HACIBEKTAŞ

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

Kaynak: Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü

 



Buradasınız->: KÜLTÜR VE SANAT / 

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması Birincisi

Fehmi SAĞLIK

İKİ LİSELİ
 


Her gün oturdukları kanepe, o gün de boştu. Bu kanepeye alışmışlardı.

Parkın İzmir Körfezi’ne bakan kesimi, mutlaka görülmesi gereken bir film için önceden ayrılmış bir sinema locasını andırıyordu.

Üniversite sınavlarından çıkalı on gün olmuştu. On gün boyunca iki arkadaş, buraya gelmeyi yeğlemişlerdi hep; hep de aynı kanepede oturmuşlardı. Belki de parka gelenler, bilinçli olarak bu kanepeyi boş bırakıyorlardı onlara.

Güneş batmak üzereydi. Güneşin batışını burada izlemek, kuşku yok ki Nemrut Dağı eteklerinden izlemek kadar güzeldi. Tanımı zor bir kızıllığa dönüşüyordu bu alev topu; ağırlığı kırmızıdan oluşmuş, içine mor damlatılmış ışıl ışıl yanan cıncığımsı bir bilye gibi duruyordu Körfez’in üstünde; az sonra Yunanistan’a doğru yuvarlanacaktı.

Karşıda Mavikent blokları, birbiriyle yarışa girmişçesine göğe yükseliyordu. Yakında tamamlanması beklenen Aydın/İzmir Çevre Yolu’nun, Karşıyaka/Çiğli bölümü köprüyolu, Mavikent blokları karşısında, art arda dizilmiş kaplumbağalara benziyordu. Bu köprüyolun arasında sıkışıp kalan Anadolu Caddesi, karınca çokluğunda araba kaynıyordu.

İki arkadaş, henüz oturmamışlardı ki başlarının üstünden iki eğitim uçağı art arda geçti.
Yılmaz, güldü.
Ayfer, konuştu:
“O fıkrayı anımsadın değil mi?”
“Evet öyle; tam da başımızın üstünden.”
“Elleme geçsin” dedi Ayfer.
Gülüşleri birbirine eklendi ikisinin de.

Kanepe numaralanmış gibi herkes, her günkü yerine oturdu.
Ayfer, elindeki küçük poşeti aralarına koydu.

Yılmaz sordu:
“Sınavlar biteli çok oldu; bu da ne?”

Ayfer, poşetin içindekini çıkardı; Yılmaz’a doğru tuttu.
“Pir Sultan Abdal. Halk Edebiyatımızın ‘üç büyükleri’nden biri.”

Yılmaz’ın gözleri ışıldadı.
“Aynı zamanda bizim ‘yedi ulu ozanımız’dan biri.”

“Onlar da kim?” dedi Ayfer.

“Onlardan birini iyi tanıyorsun sen. Hele bir düşün; Mahir Öğretmen, onun şiirlerini okuduğunda ağzımızın suyu akardı.”

“Mahir Öğretmen’in belleğinde dünyanın bütün şairlerinden şiirler var. Bir iki dize söyle de sahibinin kim olduğunu söyleyeyim sana.”

“Hadi hadi yormayayım seni; ‘Fuzuli rindi şeydadır’…”

“Allah allah, demek Fuzuli de sizden?”

“Bizden olmayan mı var?” dedi Yılmaz; konuyu değiştirdi.
“Şu karşıya bak. Gözlerinle şöyle bir yay çiz. Tüm yöre bir ışık denizi. Körfez’in her iki yakası da kadın boynunda yalap yalap yanan birer gerdanlığa benziyor.”

“Bana göre İzmir’in gecesi, gündüzünden daha güzel” dedi Ayfer.

“Orası öyle. ‘İzmir’ denince aklıma Cahit Külebi geliyor hemen. Ne güzel diyordu o şiirinde: -İzmir’in denizi kız/ Kızı deniz kokar-“

"Edebiyat çok güzel; şiir çok güzel. Şiiri sen de güzel okuyorsun, Allah var.”

Ayfer, burada durdu; Yılmaz’ın gözlerinin içine baktı. Bir şeyler söylemek istedi, öyleyemedi. Yanaklarının yandığını duyumsadı o zaman. Sol göğsünün altında bir karıncalanma oldu. Kaşıntıya benzer bir şeyler gezindi bedeninde. Kaşıntının yerini bilemedi bir türlü.

Yılmaz, gözlerini Ayfer’inkilerden çekti.
“Teşekkür ederim. Senin gibi ben de edebiyatı çok seviyorum. Özellikle Halk Edebiyatı’na bayılıyorum. Senin de bu alanda ne denli duygu yüklü olduğunu biliyorum. Birbirimizi tanıyoruz artık. Tam üç yıl bir arada okuduk. Edebiyata olan tutkumuz değil midir ki bizi her akşam bu kanepeye zamklıyor?”

Ayfer, kendini toparladı.
“Bize edebiyatı sevdiren şu Mahir Öğretmen oldu. Dersimize girdiği ilk gün, gözlerimin önünden gitmiyor hiç: Bir de baktım kapıdan uzun boylu, karnı beline yapışmış, ince bilekli, bileklerin inceliğine inat iri elli, uzun parmaklı, uzun kır saçlı, Abdülhamit burunlu, posbıyıklı, kalın kaşlı, kareli ceketli biri girdi içeriye.”

Yılmaz, Ayfer’in hızını kesti.
“Öğretmenin olsaydım, ‘tam not’ verirdim sana, bu betimlemene karşılık.”

Ayfer güldü.
“Şımartıyorsun beni. Öğretmenimizin o ilk günkü konuşması çok etkiledi beni.”

Yılmaz, başıyla arkadaşını onayladı.
“O konuşmayı, noktasına/virgülüne dek anımsıyorum ben de. Özet olarak şöyle demişti öğretmenimiz: - Benim için ırk, din, dil, cins, renk, mezhep ayrılığı yoktur; insan vardır sadece. Bizim dersimizin içinde insanın üretkenliği, sevgisi, dayanışması, paylaşımı vardır.- Ben de öyle düşünüyorum Ayfer; ‘sizden/bizden’ tanımına bakmıyorum. Öğretmenimizi Alevi olduğu için değil, onun deyimiyle ‘insan’ olduğu için sevdim. Edebiyat dersimiz olduğu gün, bir rahatlık duyuyordum ben. Tüm yorgunluğum üzerimden silinip yok oluyordu. Aç bir insanın, hazır bir sofraya oturuşunu düşün; o iştahla bekliyordum bu dersi. Kırk beş dakikalık o zaman dilimi, kesilmiş olgun bir karpuzun göbeği gibi geliyordu bana. İyi bilirsin, karpuzun en tatlı yeri orasıdır.”

Ayfer, elindeki kitabı havaya kaldırdı.
“Bunun içindekiler de ağzını sulandıran o karpuzun orta yeri gibidir işte.”

Yılmaz’ın sevinci iyice arttı.
“O tadı iyi bilirim. Sana tat alacağın bazı önemli kaynaklar daha vermek istiyorum. Az önce sözünü ettim: Pir Sultan, yedi büyük ozanımızdan biridir. Nesimi’yi, Hatayi’yi de okumalısın. Okullarda sadece not almak için okuduğumuz Fuzuli’yi yeniden içercesine okumalısın. Yemini’yi, Virani’yi, Kul Himmet’i de konuk etmelisin gecikmeden. Bütün bunlardan önce ‘Serçeşme’ye ağzını dayayıp kana kana içmelisin.”

Ayfer, merakla sordu:
“O da ne demek; açar mısın biraz?”

Yılmaz’ın canına minnet:
“Serçeşme, ‘baş kaynak’ demektir. Öyle bir kaynak ki çağlar boyu coşar gelir; suyu ne kurur, ne eksilir. Gürül gürül akar dört koldan; tüm evreni dolaşır; varır ‘kırk makam’a dayanır. Suyu dupdurudur bu kaynağın; adı HACI BEKTAŞ’tır. O, velilerin, ozanların, bilgelerin piridir. O, haksızlığa direnen bir savaşçı, tüm çağların destanını yazan bir büyük düşünürdür. Onun öğretisi, sadece Aleviler için değil, tüm insanlık için geçerlidir.”

“Heyecanlanıyorsun” dedi Ayfer.

Yılmaz, yutkundu.
“Gözlemin doğru. O, bir ‘yol önderi’dir. Onu iyi okur, iyi özümlersen, sen de heyecanlanırsın. Onun çizdiği yola girebilmen için, onun oluşturduğu ‘dört kapı’dan geçmen gerekir. Işıl ışıl, yaldız yaldızdır bu kapılar. Az önce adlarını saydığımız ozanlarımız, nice veliler, nice bilgeler; bu dört kapıdan geçmişlerdir birer birer; taslarını bu kaynaktan doldurup içmişlerdir. Bu dört kapının biçimini o çizmiş; özünü o seçmiş; rengini o vurmuş. Bu kapıların açıldığı o ‘insanlık evi’nin gerçek mimarı odur.”

Ayfer, hayranlığını gizleyemedi.
“Şiir okuyor gibi konuşuyorsun. Söz olsun ilk işim, Hacı Bektaş’ı okumak olacaktır. Önce şu kapıları aç da gireyim içeri şöyle bir; göreyim ne var ne yok?”

“Haklısın” dedi Yılmaz; kapıları açmaya çalıştı birer birer:
“Birinci kapının adı ‘aşama’dır. Bir inanma, bir sevgi kapısıdır. Allah’ın aslanı İmam Ali’nin sevgisi dolar bu kapıdan girenlerin içine. Yola girmek için bir ‘hazırlık kapısı’dır bu. İkincisi ‘erdemlilik kapısı’dır. Bu, açıldı mı yola girmişsin artık. Senin için ‘zor’ başlamıştır. Ulu Pir, bu kapıda uyarır seni: ‘Gelme, gelme, gelme; eğer geleceksen dönme, dönme, dönme’ der. Bu kapıdan içeri girdin mi ölünceye dek geri dönemezsin bir daha. Pir’in öğretisi, belleğine/gönlüne çıkmayacak biçimde kazınmıştır artık. Kapılar, birbirleriyle bağlantılıdır. Bu kapılardan sırayla girmek zorundasın. Birinciyi açıp, ikinciyi atlayıp, üçüncüye giremezsin.”

Ayfer, arkadaşının soluklanmasını istedi.
“Bunları kapsamlı biçimde okuyacağım. Gelelim üçüncü kapıya; onu da aç bana.”

“Buna da ‘marifet kapısı’ demiştir ulu Pir. Bir bakıma ustalık kapısıdır bu. İnsanlar, bu kapının açılmasıyla olgunlaşır; aydınlığa çıkar. Olayları bilim yoluyla yorumlamaya, çözmeye çalışır.”

Ayfer sordu:
“Peki, ya dördüncü kapı?”

“Bu kapının üstüne Pirimiz, ‘hakikat kapısı’ yazmıştır. Bu kapıya dek gelen, bu kapıyı açan, bu kapıdan giren, ‘gelişmiş insan’ demektir artık. Gelişmiş insanın yönü Tanrı’ya bakar; doğruluğa, insanlığa çevrilir; diğer üç kapıdan edindiği eğitimin son aşamasını burada tamamlar. Böylesi bir insanın sözlüğünde ‘kin, dedikodu, çalma/çırpma, öfke, hınç’ sözcükleri yoktur artık; sevgi vardır; çalışma vardır; üretkenlik, paylaşım vardır. Gelişmiş insanın gözünü kan bürümez; gelişmiş insan, adam öldürmez; canlıya kıymaz; çevreyi/doğayı kirletmez. O artık Tanrı’nın bir parçasıdır; Tanrı’yla bütünleşmiştir. Tanrı’dan kötülük gelmez. Şöyle bir düşün Ayfer: Olayları, TV’lerde gördüklerini, usunun süzgecinden geçir bir. Dünyamız bir ‘kan gölü’ne dönüşmüş. İnsan insanı yakıyor, boğazlıyor, asıyor. ‘Hayvan’ dediklerimiz, insanların gözlerinin içine bakıyor melül melül. Geçen gün senden ayrıldıktan sonra, parkın alt köşesinde bir kediyle köpeği yan yana, birbirleriyle oynarken gördüm. Durup iyice baktım onlara. Gördüklerime inanamadım. Ama gördüklerim doğruydu: Köpek yan yatmış, kedi ön ayaklarından biriyle köpeğin karnını kaşır gibi yapıyordu. Köpekten hiç ses çıkmıyordu. O an, birbirini öldüren insanların sınıfından olduğum için ne yalan söyleyeyim çok utandım.

Ayfer, Yılmaz’ın sözünü kesti:
“Beni ağlatacaksın.”

“Doğruları söylüyorum Ayfer; gerçekleri söylüyorum. Ulu Pir Hacı Bektaş’ın bu ‘dört kapı’sından geçen, nefsini yener; kendini tanır önce. İnsanın kendini tanıması, çok önemlidir. Kendini tanıyan/bilen, başkasına zarar vermez. Pirimizin öğüdüdür: ‘Her ne arar isen kendinde ara.’ İyilik de, kötülük de insanda oluşuyor. Şu söze bak bir Ayfer: ‘İncinsen de incitme’ diyor büyük düşünür;  yüzyıllar önce söylüyor bunları. Bana göre onun öğretisi bir ‘dünya aynası’ olmuştur artık; bu aynaya bakmalıdır herkes. Bu, bir ‘dünya anayasası’dır. İçimdekini söylüyorum: Eğer onun söylemleri, öğretisi uygulamaya konsaydı, o zaman işte dünyamız böylesine bir ‘kan gölü’ne dönmez, insan insanı bu denli bir acımasızlıkla yakmaz/boğazlamazdı…”

Yılmaz, burada pili bitmiş bir aygıt gibi birden sustu; gözlerini Körfez’in iki yakasında kadın boynunda bir gerdanlık gibi parlayan o ışık denizine dikti, daldı.

Az ötelerinde kızlı/erkekli bir grup genç, gitar eşliğinde koro halinde şarkı söylüyordu. Tanımıyorlardı onları; parkta ilk görüyorlardı; üniversite öğrencilerine benziyorlardı. Tarkan’dan, Ebru Gündeş’ten, ‘var mısın, yok musun’dan söz ediyorlardı; zaman zaman attıkları kahkahalar, kulaklarda patlıyordu.

Ayfer, başıyla o yanı gösterdi.
“Biz de mi böyle olacağız?”

Yılmaz, dudaklarını büzdü.
“Bilmem ki. Demek bunlar, Mahir Öğretmen gibi birinde okumadılar.”

Ayfer, elindeki kitabı poşetine koydu.
“Kalkalım istersen. Bugün daha bir dolu gidiyorum eve. Ama dediğimi yapacağım. İlk işim, pirinizi iyice okuyup özümsemek olacak. Belli mi olur, bir de bakarsın ben de o ‘dört kapı’dan geçip o güzel ‘yol’a girmiş olurum.”

Yılmaz, güldü.
“Kazançlı çıkarsın.”

Her gün el sıkışıp vedalaşan bu iki arkadaş, o gün birer bacı/kardeş gibi öpüşüp ayrıldılar…






2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması İkincisi

Ali İRİŞ

HAKİKAT KAPISI


— Başargan!
— Buyur anne!
— Deveci Pınarındaki bahçeye gidiyorum, öğleye sen de gel.
— Anne, biliyorsun ki dedem beni oraya sokmuyor.
— Merak etme; o bu sabah kasabaya gitti. Ben bahçedeki kuru dalları toplayacağım, sen de bana yardım edersin; hem öğle yemeğimizi orada yeriz, ayrıca sana diyeceklerim var.
Annemin söyleyecekleri herhalde çok özel olmalıydı ki beni bahçeye çağırıyordu. Birden aklıma geldi, yoksa !...
— Olur anne.

Köyümüz, dedemin dedesi önderliğinde bir asır önce kurulmuş. Adını şu anda yarısı çürümüş olan yaşlı bir söğüt ağacından dolayı Söğütlü koymuşlar. Daha önce neredeydiler bilmiyoruz ama biz her şeyimizle buraya aidiz. Suları az üç pınarımız var. Bir deremiz var ki, yazın dere demeye bin şahit ister.

Okulumuz yok. Beş yıl boyunca hergün, yaya olarak bir saat kadar süren kasabaya gider geliriz. İlkokulu bu yıl bitirdim. Devlet parasız yatılı sınavında da Köy Enstitüsünü kazandım. Köyümüzde devlet sınavını kazanan ilk kişiyim.
Devletin kayıtlarında herkesin adı bulunmaz. Nüfus cüzdanlarımız, ya oğlan askere gideceğinde ya da kız kocaya kaçtığında çıkartılır. Benim okula gidebilmem için mutlaka nüfus cüzdanımın olması gerekliymiş. Bunun için babamla annem, muhtarla birlikte ilçeye gittiler. Önce resmi nikâh yaptırmışlar, sonra da beni nüfusa kaydettirmişler. Yaşıtları arasında nüfus cüzdanı çıkartılan ilk çocuk ben olmuştum.

Doğduğumda bana dedemin adını vermişler. Fakat annem beni hep “Başargan” diye çağırır. “Çocuğu niçin asıl adı ile çağırmıyorsun?” dendiğinde: “Kaynatama saygısızlık olur.” der. Bir gün ben de sordum: “Daha küçüksün, büyüdüğünde anlatırım” dedi; üstelemedim.

Dedemin adını taşıyorum ama aklım erdiğinden buyana ondan hiç sevgi görmedim. Köyün en güzel bahçesi onundu. Bahçeyi sulamak için pınarın aşağı tarafına bir de gölet yapmıştı. Yazın sıcak günlerinde içinde çocuklar yıkanırdı. Çocuklar, bahçedeki meyvelerden de istedikleri kadar yerler, ayrıca koyunlarına doldururlardı. Dedem hepsini görürdü fakat ses çıkarmazdı. Bahçe herkese serbestti; girmesi yasak olan tek kişi vardı, o da bendim.

Dedemin bu davranışına anlam veremiyordum. Birgün anneme nedenini sordum:
— “Oğlum, bu dedenin gönlü dar.” diye yanıtladı.
— “O ne demek?” dedim.
— “Büyüyünce anlarsın.” dedi.

Köyde herkes dedemi sayar, ninemi ve halalarımı da çok severler; fakat annemi ve -onun çocuğu olduğum için de- beni kimse sevmez. Bugüne kadar hangi kapıya vardıysam hep yüzüme kapandı. Hadi annem neyse ama ben daha çocuktum, kimseyle bir sorunum yoktu. Herkesi seviyordum, onların da beni sevmesini istiyordum. Öteki çocuklar bayramlarda ev ev dolaşıp, büyüklerin ellerini öperek çerez toplarlardı. Ama ben o kadar çok kapıdan çevrilmiştim ki artık kimseye gitmez olmuştum. Oysa beni çağıracak, birilerinin bulunmasını ne kadar istiyordum. Sokakta bayramlaşmak için eline uzandığım amcalar daha yanlarına varmadan: “Tamam, öpmüşle beraber, gerek yok.”diyorlar; teyzeler ise ya: “Elim dolu.” diyor, ya da ben öptükten sonra ellerini kalçalarına sürüyorlardı. Sessizce geçiştiğimiz kimseler bile kendilerine uğursuzluğum bulaşmasın diye -şeytana tükürür gibi- sol taraflarına tükürürlerdi. Bana yapılan bu hakaretlere gizli gizli ağlıyordum fakat hiçbirini anneme anlatmıyordum. Çünkü onun derdi benden fazlaydı. Kaç kez onu şımarık halalarımdan dayak yerken görmüştüm. Bazen babaannem de:“Zaten biz bu Kızılbaş kızını bir türlü temizleyemedik(!)” gibi kaba sözlerle onları desteklerdi. Oysa annem mis gibi kokardı; kendisinin ise ter kokusundan yanına varılmadığı zamanlar olurdu.

Babam çok sessiz biriydi; adeta kardeşlerine göz yumardı. Annem de kendine yapılanları babama hiç anlatmazdı. Bir gün: “Babama niçin söylemiyorsun?” dedim. “Burası benim evimin kapısı, şikâyet kapısı değil.”dedi.

Hiç arkadaşım yoktu. Çocuklar beni aralarına almazlardı. Anneleri: “Sakın onunla oynama, sana da Kızılbaş’lık bulaşır.” diye tembihlemişlerdi. Okula gidip geldiğimiz yol boyunca onlar guruplar halinde ayrı yürürler; bense yalnız giderdim. Karlı kış günlerinde kasabaya giden kızaklara yolda rast geldiğimizde onları bindirirlerdi ama beni almazlardı. Hatta bir keresinde kızağın birisine arkasından tutunmuştum. Çocukların sahibine haber vermesiyle adam kırbacını arkaya doğru salladı; sırtımda şaklayan kırbacın acısıyla ellerimi bırakmamla karların üzerine kapaklanmam bir olmuştu.

Soğuk bir günün sabahı yine okula gidiyorduk. Çocuklardan birkaçını kızağın biri alıp geçmişti. Ansızın önümüze koca bir köpek çıktı. Ötekiler toplu haldeydi, yalnız ve savunmasız olduğumu hisseden hayvan bana saldırdı. Her yer karla kaplı olduğundan kovalamak için taş bulamadım. Kaçamadım da; kaçmaya kalksam da zaten yetişirdi. Umarsız kalmıştım; boğuştuk, köpek baldırımın bir parçasını kopardı. Bir süre sonra köpeği savmayı başardım ama bu sırada şalvarım parçalandı. Altımda külot bulunmadığından çırılçıplak kaldım. Poyrazlı havada titreye titreye köye döndüm. Eve gelinceye dek baldırımdaki kan durmuştu. Annem yaramı sardı, bir hafta okula gidemedim. Hayatımın dönüm noktalarından birini yaşadığım o gün beni kahreden şey, ne beni kızağa almamaları ne de köpeğin ısırması değil; çocukların “Donsuz! Donsuz !” diye alay etmeleriydi. O günden sonra okula giderken elime değnek almaya başladım.

Bu olaydan sonra insanlara karşı hiçbir sevgim kalmadı. Artık bu köyde yaşamak istemiyordum. İçimi büyük bir hırs kapladı. Artık derslerime daha çok çalışacak ve bir gün buradan gidecektim. Dediğimi yaptım; hırsıma öğretmenim bile şaşırdı. Bu sınavı da o çalışmanın sonucunda kazanmıştım.

Annem “Gecikme ha.” diyerek gidince ne yapacağımı bilemedim. Yaz sonuydu, herkes orağı bitirmiş, harman dövüyordu. Buğdayın bereketi kaçar diye kimse beni dövenine bindirmezdi. Köyde gidecek başka yer olmadığından bahçe benim için iyi bir fırsattı. Ömrümde ilk kez gölette yıkanacaktım. Öğleyi beklemeden erkenden vardım. Baktım, annem epeyce çalı-çırpı toplamıştı. Beni görünce:
— Geldiğin iyi oldu. Çıkın direkte asılı, sofrayı gölgeliğe hazırla. Testiyi de doldur, ben geliyorum.

Gölgeliğe gittim, önce testiye pınardan su doldurup getirdim, sonra da çıkını direkten indirip sofrayı hazırladım. Az sonra işine ara verip geldi; bir yandan yemeğimizi yedik bir yandan da konuşmaya başladık.
— Bak oğlum, düne kadar daha çok küçüksün, aklın ermez diye sana söylemedim ama artık büyümüş sayılırsın. Başımızın üstünde dolanan bu karabulutların ve çakan şimşeklerin nedenini öğrenmenin vakti geldi. Deden, babaannen ve halaların bize karşı niçin böyle insafsızlar, bilmelisin.

Kendimce konuşulacaklara hazırlıklıydım ama yine de içim hopladı. Annemin böyle doğrudan söze girmesine alışkındım fakat beni heyecanlandıran şey yıllardır sustuğunun nedenini anlatma sırasının gelmiş olmasıydı.

Annem konuşmasına devam etti.
— Oğlum, biliyorsun ki ben komşu köy olan Mağaracık’lıyım. Bizim köy Alevi-Kürt köyüdür, burası ise Sünnî-Türk köyü. Bizde Sünni’ye kız vermezler. Gerçi burada da Alevi’lerden kız almazlar ama dedelerin birbirleriyle yakın arkadaştır. Bir zamanlar Yunan’a karşı birlikte savaşmışlar. Birbirlerine can borçlular.

Birden irkildim. İki dedemin de kurtuluş savaşına katılmış olmaları ilgimi çekmişti. Heyecanla :
— Nerede savaşmışlar anne?
—Sakarya Meydan Muharebesi’nde, Nurettin Paşa komutasında birliktelermiş. Babam Kâzım Karabekir Paşa’nın emrinde Ermenilere karşı savaştıktan sonra batıya sevk edilmiş; kaynatam ise İkinci İnönü Harbi’nden sonra oraya gönderilmiş. Kader bu iki komşu köylüyü birliklerin yeniden yapılandırılması sırasında aynı bölükte buluşturmuş. Hemşeri olduklarını orada öğrenmişler. Aynı siperde günlerce çarpışmışlar; bir gün Yunan öyle şiddetli saldırmış ki sağ ve sol yanlarındaki siperdekilerin bir kısmı şehit olmuş, bir kısmı da geri çekilmiş. Bunların bulundukları siper bir tepecikteymiş. Üç yanları düşmanla çevrilmiş ama öyle kahramanca direnmişler ki düşmanı yaklaştırmamışlar. Gâvur bakmış ki bunları alt etmek zor; o zaman başlamış uzaktan top ateşine. Ama bunlar aynı toprağın çocuğu, ikisi de cesur. Babam, “Arkadaşıma bir şey olmasın” diye kaynatamın üzerine kapanmış. Bu sırada da yaralanmış. Allah’ın hikmeti, top mermileri hep yanlarına düşüyormuş. Mermilerin dağıttığı topraklar bulundukları siperin üzerini örttüğünden toprak altında kalmışlar. Karşı ateş olmayınca bunları öldü zanneden düşman tepeyi ele geçirmek üzere hücuma kalkmış. İşte tam bu sırada Mustafa Kemal Paşa’nın: “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz.” emri birliklere ulaşmış. Bu emir üzerine askerimiz toparlanmış ve düşman hücumunu püskürtmüşler. Ortalık sakinleşince kaynatam babamı sırtlayıp doğru sıhhiye çadırına götürmüş. İyileşinceye kadar da başından ayrılmamış. Sıhhiye çadırındayken “Birbirimize can borçluyuz. Birbirimize canımızdan can alıp verelim.” diye sözleşmişler. Memlekete dönünce her ikisi de evlenmişler; burada baban doğmuş, Mağaracıkta’da ben. “Kurşun geri döner ama biz sözümüzden dönmeyiz.”diyerek bize beşik kertmesi bile yapmamışlar. Mağaracık yolu buradan geçiyor ya, babam arkadaşına selam vermeden geçmezmiş.

Kasabaya gidiş-dönüşünde bize uğradığı; bazen de yatıya kaldığı için Kürt dedemi tanıyordum. Köyümüzden kimse karşısında konuşamazdı, çünkü ters konuşanın lafını ağzına tıkardı. Çekintisinden yanına varamayanlar arkasından: “Dinsiz Kızılbaş” diye küfrederlerdi. Annem onun için “Gönlü bol bir adamdır” derdi. Gönlü ne kadar boldu bilmiyordum ama onu ben de sevmiyordum. Köylünün anneme ve bana düşmanlığı onun yüzündendi. Eğer annem onun kızı olmasaydı annemi reddetmezler, çocuklar da benimle oynarlardı; hatta “Gönlüdar” dedem bile beni severdi. Mutluluğumuza engel olan kişi oydu. Bu duygularla kaç kez ona: “Gelme, defol !” diye bağırdım. Bize uğradığını duyduğumda o gün eve gitmezdim. Hatta bir defasında ona taş atmıştım. Taş başını sıyırıp geçmişti; beni görünce, ellerini yukarı kaldırıp: “Yarabbi! Bu çocuğun gönül gözünü aç, onu insanlığa yararlı bir kul eyle.” diye dua etmişti. Fakat ben onun ne dediğini anlayacak yaşta değildim. Hâlâ ona kin besliyordum.

Okulda öğretmenimiz bizlere, şehitlerimizi rahmetle anmamızı, gazilerimize de saygı göstermemizi söylemişti. Kurtuluş savaşında savaşmış ve gazi olmuş birine kin tutmak ha! Olacak şey miydi? Kâlbimin yumuşadığını hissettim. Şimdi ise sorum başkaydı…
— Peki anne, “Gönlüdar dedem” niye beni sevmiyor?
—Köylünün baskısı yavrum, insan torununu sevmez mi hiç(!)…  Hem, senin gördüklerin ne ki? Benim başımdan geçenleri bilsen şaşarsın…
—Ne oldu ki ?
—Babaannen beni görmeye geldiğinde “Güçlü-kuvvetli bir kız.” diye sevinmiş. Çünkü evde çalışacak biri gerekliymiş. Kendi kızlarının yıpranmasını istemiyormuş. Ben gelenlerin görücü olmalarından öte, babamın saygınlığını düşünerek hizmet ediyordum. Hatta pişirdiğim ketenin tereyağını diğer zamanlardakinden daha çok koydum.

Bizde başlıksız kız vermezler ama böyle bir şey söz konusu bile edilmedi. Babanla ben birbirimizi görmeden evlendik. O günkü koşullar öyleydi. Kız çocuğuna fikri sorulmazdı. Benim de, babama karşı çıkmam için bir gerekçem yoktu. Düğün için ne gerekiyorsa yapıldı ve gelin olup ata bindirildim. Köye kadar beni davul zurna eşliğinde getirdiler ama attan inince bir hengâme başladı ki anlatamam. İnsanların böyle safsatalara nasıl inandığına hâlâ şaşarım.
—Nasıl yani?
—Daha eve girmemiştik; “Önce Gâvur olacaksın, sonra da Kelime-i Şahadet getireceksin.” dediler. Şaşırdım, “Niçin?” diye sordum. “Hoca öyle söyledi.” dediler.

Bizim evimizde büyükçe bir Kur’an vardı, boyutundan dolayı adına Hafız Osman denirdi. Bunu diyen kadınların okuması bile yoktu, ben ise elifbayı sökmüş, kutsal kitabı iki kere okumuştum.
—“Olmaz öyle şey, bu saçmalık.” diye karşı çıktım; baktım ki anladıkları yok “Peki, hocaya sorun bakalım, bu kitabın neresinde yazıyormuş?” dedim.

Israrım üzerine hocaya gittiler. Hoca: ”Onlar kuyrukludur, kestikleri yenmez. Ayağının altında kiremit eriyinceye kadar yıkanması gerek.” demiş. “Hocam, kiremit erir mi?” diye sormuşlar. Bu sefer de:  ”Kırk kalıp sabunla yıkasanız da olur.” demiş.

Kadınlar başka bir şey sormadan “Yıkayacağız.”diye beni doğru çamaşırlığa götürdüler. ”Ne yapıyorsunuz? Ben temizim!” dediysem de aldırış eden olmadı. Kimseyi de tanımıyordum. Çırılçıplak soydular ve beni yıkamaya koyuldular. Başım köpüklüydü, hangisinin söylediğini göremedim. Biri: ”Aaa bunun kuyruğu yok”, bir başkası: ”Saçında da bit yok, sakın uyuz olmasın!” diyordu. Başka biri: ”Kaç tane sabun var?” diye soruyor, diğer biri de: “Burada o kadar sabun yok, ben köye sabun aramaya gidiyorum.” diyordu. Kâh sıcak, kâh soğuk su; yıkadılar, yıkadılar. Sabun aramaya gidenler koca köyde kırk kalıp sabun bulamamışlar. Vakit geceyarısı oldu, kadınların hızı kesilmişti.

En sonunda baban dayanamamış:
—“Nedir bu saçmalık! Temizse temiz, pisse pis; yeter artık.” demiş. Zaten oradaki sabunlar da bitmişti. Yıkama işi yarıda kaldı.(!) O günden beri babaannen köyde kırk kalıp sabun bulamadıkları için hâlâ beni pis sayar.
—Anne, neden köylü bizi horluyor? Bu Alevilik nedir, Sünnilik nedir; Türklük nedir, Kürtlük nedir? Şimdi ben Alevi miyim, Sünni miyim; Türk müyüm, Kürt müyüm?
—Onlara sen karar vereceksin ama büyüyünce. Şunu bil ki işin özü insan olmaktadır. İnsan olmayı bilmeyen kişinin Alevi veya Sünni; Türk ya da Kürt olması neyi değiştirir!

Ben bu ayrımcılığa karşı yıllarca uğraş verdim ama başaramadım. Başarasın diye senin adını Başargan koydum. Dilerim ki sen başarırsın.
—Anne, ben seni buradan götüreceğim.
—Nasıl?
—Nasılı var mı, köy enstitüsü’nü bitirince öğretmen olacağım ya; ondan sonra da seni yanıma alacağım.

Annem, bu çocuksu isteğime gülümsedi.
—Bak oğlum, bir kadının üç kapısı vardır; Baba kapısı, Koca kapısı, Ahiret kapısı. Artık bundan sonra benim gideceğim yer Ahiret kapısı’dır, dedi ve ekledi; şimdi iyi dinle, artık büyümüş sayılırsın; atalarımız “Gidip de gelememek, gelip de bulamamak var” demişler. Onun için gurbete gidecek kişi hısım akrabayı, konu komşuyu dolaşıp helâlleşir, senin de herkesle vedalaşman gerekiyor.
—“Anne, üzülmeyesin diye şimdiye dek köylünün bana nasıl davrandığını sana söylemedim ama” diyerek o güne kadar başımdan geçenleri anlattım ve: “Kimse bana kapısını açmıyor ki, kime gideyim?” dedim.
—Ben hepsini biliyorum, onun için sana köyümüzü kastetmedim.
—Peki, kimi kastettin?
—Mağaracık’taki dedeni !...

Birden durakladım. Bunca yıl ona yaptıklarımdan sonra şimdi nasıl yanına gidecektim! İçimde bir pişmanlık vardı.
—Anne, ben şimdi onun yanına nasıl giderim?
—Yarın sabah eşekle gidersin, merak etme hayvan yolu bilir.
—Öyle değil; ben onu taşlamıştım. Ya “Bana niçin taş attın?” derse !...
—Sana yıllardır ”O dedenin gönlü boldur” demiyor muyum; varınca göreceksin ve bana hak vereceksin. Ben ne biliyorsam babamdan öğrendim; aklına takılan her soruyu ona sor, yanıtını alacaksın. Hadi bakalım, sen çıkını topla; ben de çalı çırpıyı yükleneyim.

Çıkını topladım, içimi ertesi günün heyecanı sarmıştı; gölete girmeyi unuttum.

O sabah her günden daha erken kalktım. Şafak yenice söküyordu. “Çok selâm söyle, ellerinden öperim,” diyerek annem beni yolcu etti. Yolu biliyordum, hayli sarp bir patikayla ulaşılan köy yarım günden fazla çekiyordu. Burçak Deresi’ne varınca da hayvanı bir süre dinlendirmek gerekiyordu. Bizim köyün dağlarındaki ağaçlar seyrekti ama yaylaya doğru çıktıkça ağaçlar sıklaştı. Yemyeşil ağaçların arasına dalınca hayat gözüme bir başka türlü görünmeye başladı. Ağaçlar adeta eğilip bana selâm veriyorlardı. Nereden gelip nereye gittiğimi, unutuverdim. ”Artık dünya beni duysun” istiyordum. Dilimde okulda öğrendiğim bir marş, söylemeye başladım:

Annem beni yetiştirdi,
Bu ellere yolladı.
Al sancağı teslim etti,
Allah’a ısmarladı.

Sesim kâh derelerde kayboluyor, kâh karşı yamaçlardan yankılanıyordu. İkindiye doğru annemin köyü uzaktan göründü. Köye girerken çevremi köpekler sardı ama eşeğin üzerinde olduğum için korkmadım.

Dedemin evine vardığımda o kapısının önünde çıra yarıyordu. Beni görünce: ” Hanım, gönlümün hasreti geldi” diye bağırdı. Anneannem: ”Aaa, kimmiş o bakayım” diyerek koştu ve “Gülümün gülü” diyerek kucaklayıp öptü. Önce anneannemin elini öptüm, sonra da çekinerek dedemin eline uzandım; ama o: ”Dur, önce hak et bakalım; ondan sonra” dedi.

Ne demek istediğini kestiremedim ama içimden bir his bunun kötü bir şey olmadığını söyledi. Ev iki katlı ve toprak damlıydı. Alt kat ahır olarak kullanılıyordu. Ön dış kısmındaki merdivenden yukarıya eve çıktık. Çamurla sıvanmış duvarda yan yana Atatürk ile Hazreti Ali’nin resimleri asılıydı. Akşam yemeğini yedik. Annemi ve diğerlerini sordu. Başım öne eğik cevapladım. Gece boyunca anlattıkça anlattı. Mağaracık köyü adını büyük bir kayanın içindeki küçük bir inden almış. Ataları padişahın kendileri hakkında verdiği “Katli vaciptir, öldüren şehit sevabı kazanacaktır.” fermanından sonra o dağ senin, bu dağ benim; kaça kaça en sonunda buraya sığınmışlar. Daha sonra da çoğalıp köy oluşturmuşlar. Birkaç parça tarlası varmış ama asıl geçimleri hayvancılıkmış.

Anlattıkça coştu, coştukça anlattı. Sıkıldığımı görünce dayanamadı:
—Neden başını kaldırmıyorsun?
—Ben sana taş atmıştım.

Gülerek elini uzattı:
—“Şimdi, elimi öpmeyi hak ettin” dedi.

Uzanıp öptüm. Beni kucakladı ve:
—“Bana taşı sen atmadın, taşı sana cehalet attırdı. Haydi, şimdi git yat; sohbetimizi sabahleyin sürdürürüz” dedi.

Dedemin elini öpmüştüm, o da bana sarılmıştı; dahası “Sabahleyin konuşuruz” dedi ya içimi bir huzur kapladı. Artık ona kafama takılan her şeyi sorabilirdim. Burası bizim köyden daha serindi, döşek de yumuşacıktı. Öyle rahat uyumuşum ki sabahleyin hiçbir yorgunluğum kalmamıştı.

Hep birlikte kahvaltı yaptık. Dedem:
—“Hadi bakalım, hem hayvanları güdelim hem de sana çevreyi gezdireyim” dedi.

Biz giyinip, aşağı ininceye kadar anneannem onları ahırdan çıkarmıştı. Hayvanlar gideceği yeri sanki ezberlemiş gibiydiler. Köyün dışına çıktık. hayvanlar karşı yamaca yöneldiler, biz de Mağaracık taşının üzerine çıktık. Dedem omzundaki heybeyi indirdi.
—“Şunu kayanın gölgesine koy, içindekiler kurumasın” dedi.

Hayvanların yayıldığı yerdeki otlar hâlâ yeşildi. Biraz ilerisi yamaç ve yamacın yukarısı tepeye kadar ormanla kaplıydı. Oysaki bizim köyde bu mevsimde yeşil ot bulunmazdı. Ben dedemin yüzüne bakıyor, sorularıma nereden başlayacağımı düşünüyordum ki sanki biliyormuşçasına o başladı:
—Bak oğlum, bütün kötülükler cehaletten olur. Peygamberimiz: ”İlim Çin’de de olsa arayınız. İlim müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır.” buyurmuştur. Hacı Bektaş Veli’de: “İlimsiz gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” demiştir. İlimden amaç dünyaya dirlik, düzenlik getirmek; yarın Ahiret’te de Hakkın huzuruna yüzakıyla varmak içindir.

Aniden atıldım:
—Dede, Kızılbaş kime denir; niçin sana Kızılbaş diyorlar?
—Müslümanlarla müşrikler arasında geçen Uhut Savaşı’nda, Müslümanlar çok zorlandılar. Bir ara Peygamberimizin çevresi boşaldı. Korunmasız kalan Peygamberimiz yaralanmış, dişleri kırılmıştı. Hazreti Ali yetişip Ona siper oldu. Bu savaşta kendisi de tam 16 yerinden yaralanmıştı. Çarpışmalardan sonra Allah Resulü’nün yanağına batan zırhın parçasını dişleriyle çıkarttı ve emerek kanı durdurdu. Bu sırada başındaki başlığı tutarak kanın yere damlamasını önledi. Peygamberimizin kanıyla kıpkırmızı olan başlığı tekrar giydi. O başlıktan ötürü Hazreti Ali’ye “Kızılbaş” denilmiştir. Oysa ki bu bir onurdur. Böyle başlığa “Kızıl baş” değil “Kızıl Taç” denir. Gördüğün gibi Kızılbaş,  Allah ve Resulü için kendini adamış; onların yolunda canından bile vazgeçmiş kişidir.

Bunu örnek alarak mı yaptı bilmem ama bir diğer olay daha var. Hazreti Ali, Muaviye ile yaptığı Sıffin savaşında da kendi askerlerini ötekilerden ayırt etmek için onlara kırmızı sarık giydirmiştir. Bunların detaylarını tarafsız yazılmış tarih kitaplarında da bulabilirsin. Bazen isimleri Alevi veya Bektaşi diye ayrılsa da ikisi de aynıdır.

Çocukluk bu ya, yine de sordum:
—Dede senin kırmızı sarığın var mı?

Dedem bu soruma şöyle bir gülümsedi; sonra da sanki ders anlatır gibi konuşmaya başladı:
—Kızılbaşlık tinsel bir duygudur. Bu duygu artık sistemleşmiştir. Uyulması gereken kuralları vardır. Buna “Yol” denir. Hazreti Ali Efendimiz “Yol her şeyden uludur.” demiştir. Temel felsefesi insan sevgisi olan bu yola gönül veren kişi Yaradan’dan dolayı yaratılanı sever; eline, diline, beline, hâkim olur ve eşine, işine, aşına sahip çıkar.

Bu yolun dört Kapısı vardır. Bunlara; Şeriat kapısı, Tarikat kapısı, Marifet kapısı ve Sırr-ı Hakikat kapısı denir.

İnsan bu dört kapıdan geçtikten sonra Tanrı dostluğuna kavuşur. Ondan sonraki işi ise insanlığa hizmet etmek yani Hak’tan aldığını halka vermektir.

İleride bunları sana ayrıntılarıyla anlatırım. Şimdilik şunu bil ki bu kapıların anahtarı ilimdir. Peygamberimiz: ”Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır.”demiştir. İlmin şehrine varan ise Sırr-ı Hakikat kapısına ulaşmıştır.

Demek ki Hakikat Kapısı İlim Kapısı’dır.

Şimdi sen İlim Kapısı’na yani Hakikat Kapısı’na gideceksin. Eskiden cehalet sana taş attırmıştı. Şimdi git oku; ondan sonra da sen cehaleti taşla.

Dedem gönlüme pencere değil, sanki gökyüzünü açmıştı. Heyecanla:
—Dede, yolda halen gürül gürül akan pınarlar gördüm. Bizim köyün suyu az, buradan oraya su götürsek olmaz mı?
—Bak, birinci taşı attın bile. Su olmadan temizlik, temizlik olmadan ibadet olmaz. İbadet olmadan da Hakk’a varılmaz. Bir zamanlar iki köy arasında böyle bir konu geçmişti. Sizin köyden bir grup cahil: ”O Kızılbaş’ların suyuna mı kaldık !” diye bozgunculuk yaptılar, iş öylece kaldı. İnşallah bir gün onu da sen yaparsın.

O gün dedem o kadar çok şey anlattı ki ömür boyu başka bir şey öğrenmesem bile bana yeterdi. Ertesi günü köyümüze dönerken annemin babası hakkındaki görüşüm şuydu.

Annemin hakkı varmış, Mağaracık’lı dedem gerçekten “Gönlü bol” bir kişiymiş.

Benden bahsediliyordu, birden kendime geldim. Konuşan Muhtardı:
—Kendisi köyümüzden yetişen ilk öğretmendir. Zorunlu hizmetinden sonra serbest iş hayatına atılmış ve memleketimizin saygın iş adamları arasında yerini almıştır. Kazancını bizler için harcayarak on sene önce köyümüzün içme suyunu getirmişti. Şimdi ise “Tek ülküm.” dediği köyümüzün ilkokulunu yaptırmış bulunmaktadır. Şimdi yaptırdığı ilkokulun açılışını yapmak üzere alkışlarınızla Başargan beyi kürsüye davet ediyorum.

Kürsüye çıktım. Yönümü “Gönlübol” dedemin mezarının bulunduğu Mağaracık Köyüne çevirerek bağırdım:
—Dede, cehalete bir taş daha attım!

Sonra da okula doğru yürüdüm. Üzerinde makas bulunan eli tepsili güzelce bir kız beni bekliyordu. Açık kapının iki yanına raptiye ile tutturulmuş kırmızı renkli kalın bir kurdele çekilmişti. Kız kesmem için tepsiyi uzattı ama ben yıllar önce anneme sorduğum sorunun yanıtını bulmuş ve kararımı çoktan vermiştim. Bir hamlede Kırmızı kurdeleyi yerinden söktüm ve başıma sardım.

Bu sırada herkes kapının üzerine yazdırdığım şu yazıyı okuyordu.

“ HAKİKAT KAPISI ”







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü

Ayşe YILMAZ

İÇİNDE İÇİN İÇİN
 



Kirli döşekte ölüme hasret ihtiyar yorgun, cılız bir nefes daha verdi. Bütün evlatları başında ölüm halinin derhal vuku bulmasını ister konumda gibiydi. Birkaç mor halka ile çepeçevre kuşatılmış nemli gözleri işini yeni tamamlamış bir bıçkı yetisinde tavana dikilmiş hayat özütünün neferliğini yapıyordu. Dişsizliğinin vebali derin, dipsiz kara bir kuyuya benzeyen ağzı hafif aralanmış; dudakları izsi birer çizgi oluvermişti. Burun delikleri nefes almaktan öte kapmak ümidiyle iyice açılmış, ağız yardımı olmasa tek başına yaşam iletisi olamayacağını ve dangıl dungul tüm dünyalığı silkeleyerek bırakacağını ilan eder haldeydi. Derin kırışıklarla örülmüş alnı yazılmış yazının tecellisini bekler halde, namaz takkesi eğreti vaziyette son kez takıldığının farkındaydı sanki.

Yeşil damarları kabarmış, kırışıklıklarla alabildiğine örülmüş etsiz ellerinden birini zoraki bir basiret eşliğinde baygın bir dinginlik fakat müthiş bir ıstırapla havaya doğru kaldırdı. Bu ahval dağılan dikkati tek noktaya odakladı. Yaşlı adam yeknesak hareketleri ile evlatlarına, evlatlarının evlatlarına, evlat yarısı akraba ve komşulara tek bir sır ifşa etme çabasındaydı. Tüm hane sakinlikleri sakinliklerini kıyıda köşede bırakarak fısıldaşmaya, kaynaşmaya başlıyor ya da o ihtiyar algıya öyle geliyordu. Neydi bu sır, kah miras akla geliyordu, kah ilk kez itiraf edilecek bir eş, kah da alacak verecek.

Dönerek düşen yıldızlar geldi küçük torunun aklına. Döne döne düşen milyonlarca yıldız… Biteviye devam eden bereketli bir hareketlilik… Dedesiyle bedestende gördüğü terlikler şimdi belleğini yeniliyor. Bütün yaşanmışlıklar adını hayat değil hatıra koymuş. Daha küçük o zamanlar dede diyor şu ışıl ışıl parlayan terlik benim olsa yıldız gibi parlak ışıl ışıl. Dede terliği almayı çok istiyor fakat fakirlik bit yeniği gibi düşüyor niyetin üstüne. Ah be güzel torunum diyor, dışı ışıltılı olandan sakınasın ki senin gözlerindeki ışıltıyı bastırmasın. Bir vakitler bir alim varmış çok okur, çok yazar deve yüküyle para kazanır, paranın meteliğine dokunmaksızın uman her avuca dağıtırmış. Derken günlerden bir gün hükümdar onu huzuruna çağırmış ey alim zat şimdi bir sualim olacak sana. Alim zat nurlu çehresini çevreleyen tebessümle başını biraz daha kaldırmış sorun ki şereflenelim demiş. Padişah benim halkım seni benden çok sevip saymaktadır, ilkin senin adını sonra benim adımı anmaktadır. Buna dargınlığım yoktur fakat sırrını merak ederim. Küçük torunun gözleri iyice açılmış bedesteni dolduran gürültülü kalabalıktan uzaklaşan birkaç kişi mıhlanmış gibi olduğu yerde donakalmış, sırrın gizemli tadını damağında hissediyordu. Dede ardına doğru biraz doğruldu şimdi karar ver dedi bu terlikleri alırsan sırra eremezsin. Kız minik eli ile dedesinin tek parmağını sımsıkı tutmuş sabit gözlerle ona bakıyor ve istemem dedem istemem diyordu. Söyle dede ne demiş o zat, dede güldü padişahı dideden düşüren sırrı almak bu denli kolay mı güzel torunum hadi gidelim o halde.

Eve geldi nesli tükenen bir kelebeğin kanat çırpışlarının oluşturduğu heyecanı kabinde hissederek annesine koştu. Olanları anlattı, yardım diledi. Annesi hiçbir şey anlamamış ah kayınbaba ne cimrisin sen yaptın yine yapacağını diyerek düştüğü duruma hayıflandı. Sır dedi güldü, gülmeye çalıştı, durdu. Sır sır demek kızım asla ulaşılmayacak demek. Aklını yorma…

Kız kır atı tımar eden babasına koştu. Babasına seslendi babası şaştı kızı buraya daha önce hiç gelmemişti. Diz çöktü güzel yüzlü kızını daha net görebilmek maksadıyla. Kız babasının güçlü kollarından birine sımsıkı sarıldı yardım dilemedi bu kez yardım dilendi. Sırrı sordu, alim efendi ne demiş ola kocaman padişaha. Babası, babasının aynı hikayeyi kendisine anlattığını anımsadı da sonunu anımsayamadı. Bir alim vardı tamam oraya dek hatırlıyor derken padişah orası da tamam ya sonrası… Şimdi kendisi alim olsa padişah onu çağırsa aynı soruyu ona sorsa ne derdi acaba. Babalar her soruyu menus olsun olmasın bir lider edasıyla mağrur yanıtlarlardı yanıtlamalılardı. Lafügüzaf kekelemeler kızının kinayeli tebessümü ile tepesinde bomladı. Bilememişti. Babalar bilmeliydi oysa, külhanca bir öfkeyle küflenmiş sırrı deşelemeye başladı. Geriye ket vuruyor ama aslında yanıtı bulamadığı her saniye kafasını taşlara vurmak istiyordu. Külfetli bir maceranın ortasında madde başı olabilecek utancı mermi hızıyla yüreğine saplanmış hissetti. Sustu suskunluk kızının gitmeyişiyle lastik gibi uzadı. Eve git emi, gelirken sana ne getireyim keten helva alayım mı? Kızın yüzü manadan uzaklaşıldığını bilmiş olmalı ki düştü, babası için bu an ise kötü bir düştü. Kızı eve giderken baba diz çöktüğü yerden doğruldu, mangal gibi yüreği sırrın soru işareti tarafından sıkıştırılmıştı.

Teyzesine koştu en sevdiği teyzesine, yeni evlenmişti bu teyzesi bodur ağaçlardan meyve koparıyor, sonra sepete atıyor bunu yaparken de inceden, yanık bir türkü söylüyordu. Küçük kız usulca yaklaştı teyzesine böööö diyecek onu korkutacak sonra karnını tuta tuta gülecekti. Türkü şöyleydi: Yaşlılık sıradan geliyor dostlar. Sıra ile yaşlılık sıra ile sırrı sormak. Teyze hikayeyi can kulağı ile dinledi, duraladı. Bölüntü elmayı kızın eline sıkıştırdı. Halana de o okul tahsil etti, hem de ilkokul üçe kadar, mutlak bilir hikayenin sonunu ya da sırrı.

Hala hala halaaaa…………. Ne diyon kız, yavaş ünle bebe yenice daldı, valla sırtım koptu salla ha salla. Nedense ilerledikçe aksileşiyor. Sen böyle değildin akıllıydın halam, de hele ne deyecesen. Sır kelimesini duyunca yorgunluktan küçülmüş gözleri hafifçe aralandı, dirsek ata ata dedikodu etmenin efsaneleşen, alışkanlıklaşan keyfiyetini hissetti. Oysa bebek doğalı bu keyiften çokça uzak kalmıştı. Eften püften bir bahaneyle eve döndü ama sır da neyin nesiydi acaba…

Amca yaşlı bir adam feda edecek zamanı yok şimdi kahve köşesinde, diğer amca çeşme başında suya gelecek akçalı kızlara işmar etmekte, dayının aklı şehre göçmekte, üç bölenin üçü de harman vaktinin telaşı ile neredeyse aç gezmekte… Kimse daha evvelce sırra dair tek zerreye tesadüf edemedi fani zihinde. Gönül işiydi oysa sır denilen…

İlk zamanlar sır kavramı cazip geldi minik kıza, sonra dünyalık darağacına o da asıldı. İyi bir okul okumalı en azından okumaya çalışmalıydı. Dünya heveslerin bin bir türlüsü ile amansızca örülmüştü. Son durak ölümdü, ölüm hevesi ise bıkkınlık zamanlarında doğar, doğuma lanet olarak dudaklardan akardı. Dedesi sırrı bir daha ağzına almadı, torun unuttu, annesi kayınpederinin cimri olduğundan bu olay sayesinde somut örnek bulma keyfiyetiyle uzun uzun bahsetti; fakat bir vakit sonra bu anlatı konu komşunun canını sıkmaya başlayınca bir köşeye bıraktı. Babası yeni atlar aldı, birçok at sattı sonra inek aldı daha sonra onu da sattı; şimdi hac modaydı en iyisi oralara sirayet etmeli tüm bildiklere hediye ile dönmeli sonra oraları bilene bilmeyene anlatmalıydı. Babaydı bilmeliydi farklı olmalı, farksız bir istekle evlatlarını sevindirmeliydi. Teyzesi, halası, emmi, dayı, böle kısacası işte şimdi burada bekleşenler sırrı hiç bilemedi; hepsi hayatta hayatla bilendi, küçük öfkelerin büyük sahipleri oldu.

Sabır ve sükunun yürekleri deşen hassas çığlığına kulak tıkadılar tüm tanıdıklar, her fevri lüzumsuzluğu alelade olmaktan derhal kurtarıp yüce konu ilan edip dünya yerleşkesine bir tuğla daha koydular. Faniyi sevmek de fani ve geçici ise neden şu an yaşlı yarı ölü adamın başında muhabbete daldılar? Ölüme rağmen aramızda dünyayı sevmeyen var mıydı, yalanlara bel bağlayan yok muydu? Çalışıp yorgun düşerek yorgana sığına sığına derince uyurken kaçımız vicdan muhasebesinde terazinin kefelerine ahiret ve cihan için çabayı koyup ağır olan tarafı, tarafsızca ölçmüştü? Alınan her nefesin aslında vefata götüren yolda bir adım olduğunu, kinin insanlıktan insanı alıkoyduğunu, her anın şahitlerle ve her alnın secdede denk durduğunu, mahşerde şefaat umulduğunu, güvercin donuna giren erenlerin de bizler için var olduğunu, nefsin terbiyesi için azmin sunulduğunu, bir düşmanın çok bin dostun az bulunduğunu, Allah diyen dilin hem üst hem alt damağı şahit koştuğunu, medet umulan her nesnenin de bir başka nesneden medet umduğunu, ölmeden ölmek denilen yola nasıl baş konulduğunu, gökten düşen katrelerin ayrı ayrı yeryüzüne nasıl koşup birlik zamanında bir olduğunu, fakir ile zenginin bir top kefenle nasıl dünyalıklardan soyunduğunu bunları kimlere sormalı, kimlere anlatmalı?

Küçük torun, onlarca hakikat sorusundan birkaç hırıltı ile ayrıldı. Dedesine son kez baktı ihtiyarın ayakları soğumaya durmuştu; çünkü can teni evvela ayaklardan sıyrılıp terk ediyordu. Gözleri tek bir noktaya odaklanmış sevdiği tüm suretleri görüyordu. Dudak kıvrımları net ve mütebessim; ölüm ılık bir yaz akşamı, serin odada çok hoş geliyordu. Dedesinin göz bebekleri büyüyor yaşlanan gözlerinden aşağı tomar tomar damlalar süzülüyordu. Son kez bütün gücünü toplayan ihtiyar, torunun yaklaşmasını işaret etti; dili kararmış ağzını açıp derin bir nefesi fısıltı gibi bıraktı dışarı ve alimin padişaha yanıtını nefes eşliğinde derin bir musiki gibi dudaklarından aşırdı, rahatladı tekrar gülümsedi ve hakikate kucak açtı. Başucunda bekleşenlerin gözü toruna döndü ne dedi dediler ne dedi:

 

-“Siz akçe dağıttınız, biz hakikat

 

 Siz ülkeler fethettiniz, biz gönüller

 

 Siz şanlı komutanlar izinde koştunuz, biz Hacı Bektaş tozu yuttuk

 

 Ey hünkârım varın gerisini siz düşünün bizi seven neden sever?”

Kız bunları söylerken sarsılarak ağlıyor, bedestende anlatılan hikayenin başını çoktan unutan akraba, eş dost birbirinin yüzüne bakarak hatta birlik olarak ne diyor bu kız diyorlardı. Oysa tasavvuf öğretisinde bilgi bir ışıktı Hacı Bektaş gönlünde bütün yolları aydınlatırdı. Elde olanların terki Mevla’ya ulaşmanın keyfini hissetmek için lazımdı. İçinde kin, kibir, öfke, düşmanlık, kıskançlık, riya bulunanlar ne dem yunsanlar arınamazlardı. Nitekim hakikat çıkan ağızdan ziyade değen kulakta mekan kurardı. Kızın yüreğinde geniş bir kapı aralandı, tarifi güç bu kapının cereyanına kapılan kız hakikat kapısını aralayan dedesinin aslında “Param yoktu kızım o terlikleri sana alamamıştım, helal et hakkını” dediğini kimseye anlatmayacaktı.







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması Birincisi

Salim ÇELEBİ

BENİM, BEN! 

 
Benim görünen:
Ağaç, insan, hayvan; Türk, Alman, İtalyan
kılığına bürünen…
Benim

işçi, çiftçi, köylü; çocuk, kız, oğlan

kimlikleri verin.

Yundum, arındım

ve sırt verdim tüm kötülüklere;

karşısındayım haksızlığın, bencilliğin, yalanın

ve çok uzağım kibire.

Varlığım gibi dilimdedir gerçek

ve Hünkar Hacı Bektaş Velimin nuruyla yoğrulan

Benliğimdeki hünerdir yarınları gerçekleştirecek.

Halkım ben:Düğünlerde halka halka halay çeken…

Akım ben:

Emdiği sütün sunduğu sevgiyle beslenen…

Aklım ben:

Kerbela da, Maraş da, Sivas da; yakılmak, yıkılmak ve ezilmek istenen!...

Hakkım ben:

Ruhen, ilmen, fikren ve bedenen.

Benim, “Ben!”

İftira oklarıyla çember gibi çevriliyken çevrem,

nice ar damarları çatlattı sabrım;

susmadım, yine de haykırdım hakikati: Feda olsun bu yolda vurulan boynum!

Mazlumun ah’ında görürsün selleşen göz yaşlarımı,

rengi siyahında simge bulur yasım

ve her günün sabahında yeniden filizlenir umudum.

Doğmama neden ülküler var

tarihten 
miras genlerime kazınmış,
yakılmış türküler var ağlamaklı

ve abdaldan abdala dal budak sarmış;

ruhuma işleyen öyküler var

kılıçla, kamayla kafa derilerine yazılmış!...

Dostum için yüzsen de postumu

ve yok saysan da varlığımı yine de kinim yok sana:

Bencilliktir iz sürer gibi güdülen kin!...

Canlı örneklerle dolu tarih ve yaşam,
seni var eden;

değil mi, senin yok etmeye çalıştığın ötekin?

Nasıl ki

tek tek sayılarak,

yan yana “Bir orman oluşturursa ağaçlar,

nasıl ki ırmaklaşırsa su damlaları ve tüm sular

coşkuyla akarsa hasret kaldığı denize,

nasıl ki kar, çiğ, dolu ve yağmur; aslında su ise
duman koş ve gel sen de katıl bize

Katıl bize,

Kavuşabilmek için

Kendin gibi var olan evrensel gerçeğe.

Katıl bize

ve ışık saç sen de kuytu karanlıklara:

Aydınlıklara yoldaş olursun,

Barışık olursun kendinle ve kendi evreninle;

yönün açılır dört bir yana

ve dört bir yanın kucak açar “Bir” saydığı için her insana.

her “Can”la görür can olursun

her “Cem”le erkan gör

dört bir yana heyecanla savrulursun

ve dersin ki,

“Bir’im ben

ve hak aşkı uğruna
Hacı Bektaş Veli Pirime kirim ben!"







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması İkincisi

Fehmi SALIK

GÜZEL PİRİM!

DÖRT KAPI’NIN
KIRK MAKAM’IN SAHİBİ
O GÜN DE HACI BEKTAŞ’TI
BUGÜN DE…



Güzel pirim
Tatlı pirim
Bilemezdim 2dört kapı’yı
2Kırk makam’ı
Yolumu açan sensin
Geldim dayandım kapına
Kulağımda çınlar sesin
Girdim bu ilk kapıdan
Tanıdım İmam Ali’yi
Tanıdım seni
Tanıdım yedi büyük şairi
Nesimi’yi Hatayi’yi
Sonra Fuzuli, Kul Himmet
Canıma minnet
Yemini, Virani
Ve de Pir Sultan
Dillere destan
Dedin ki bana:
“aşama kapısı’dır bu”
Sevgiyi/usu
Doldurdum tasıma
Sözün doğrusu
Burada tattım…


Güzel pirim
Tatlı pirim
Artık ne soluklandım
Ne durdum
İkinci kapıyı vurdum
Sen içeriden buyurdun:
“Gelme, gelme, gelme;
Geleceksen
Dönme, dönme, dönme;
2yol kapısı’dır bu” dedin
Kulağım sende
Gözlerim gözlerinde
Yüreğim ellerinde
Girdim
Sevgiyle/hoşgörüyle
Yoğurdun beni
Sahip oldum elime, dilime, belime
Sildim yüregimden gıybeti/kini
Kurtulup bencillik hırkasından
Sıyırıp attım…


Güzel pirim
Tatlı pirim
Geldim üçüncü kapıya
Kaldırıp baktım başımı
Bir süre daldım
Ayrımsadım telaşımı
Verdin işaretini
Sundun öğretini
Okudum:
“bilim/olgunluk kapısıdır bu
Gir içeri
Gör gerçeği
Benden sana salık
Bilimsiz yol karanlık
Kendini tanı önce
Kendini bil
Korkuyu yen
Hıncı/öfkeyi sil
Doğru düşün…”
Başım gözüm üstüne pirim
Buyruğun başım gözün üstüne
O ışıklı ellerinden öperim…


Güzel pirim
Tatlı pirim
Dayandım son kapıya
Senin  öğretin
Senin ışığında girdim içeri
Geçtim ya üç kapıda
Yoğurdun ya sevgiyle yüreğimi
Uzattın ya ışıktan ellerini
‘GELMİŞ İNSAN’ oldum ben de
Belledim Tanrı’yı evreni
Bencilliği kovdum
Toplumsal renkli bir bayrak çektim
Gönlümün serenine
Başıma taç ettim üretimi, paylaşımı
Çağın kapısı bu
Anahtarını sen uzattın
O denli hoş içerisi
O denli rahat
Öğrendim artık
Kapının adı ‘HAKİKAT” …







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü

Sadık TEMİZER

AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN



İnsan güzelliğinizi asla kaybetmeyiniz,

Gönlümüzde kin ile kibir tutmayız,

Hakk’ın yolunda haksızlığa sapmayız,

Sevgiyle yaşarız insan olduğumuzdan.


Dostça muhabbetle selam veririz,

Güven sunarız, güven duyarız,

Karşımızdakini kendimizden üstün sayarız,

Engin yaşarız insan olduğumuzdan.


Kötülükten ırağız, iyiliğin müptelsayız,

Barışın, kardeşliğin aşığı 
Sevdalısıyız,
Evrensel değerlerin talibi yolcusuyuz,

Acılar yaşarız, insan olduğumuzdan.


Karanlıktan nefret eder, kaçarız,

Aydınlığa koşar, kucak açarız,

Cahilliği kendimize düşman seçeriz,

Zorluklar yaşarız, insan olduğumuzdan.


Pir hacı Bektaş izinde yürürüz,

Asıl asaletimize önem veririz,

Toplum içinde gerçeğimizle gireriz,

Hoşgörülü yaşarız, insan olduğumuzdan.


Aynısıyız evrenin beşeri kainatın,

Düşünen canlı insanıyız yaratanın,

Varoluş felsefesi denilen hakikatın,

Bilinciyle yaşarız insan olduğumuzdan.


SERVEREN’im boşuna konuşmadım,

Alın tersiz kazançla tanışmadım,

Neyisem O’yum şekil değiştirmedim,
Ayıpsız yaşarız,insan olduğumuzdan.






2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi

Fikret DİKMEN

HACIBEKTAŞ FELSEFESİ


On üçüncü yüzyıldan bu güne ışık tuttu
Dergahına ders verdi, kadınları okuttu,
Ne hasmına hor baktı ne kimseyi korkuttu,
Hacı Bektaş Veli’nin hümanist felsefesi,
Yunus Emre’ye verdi tükenmeyen nefesi.

Bir olup, iri olup, diri olup can cana,
İlimden gidin diye haber saldı cihana,
İncitmedi kimseyi, kem bakmadı insana,
Hacı Bektaş Veli’nin hümanist felsefesi

Harasan’dan kalkarak geldi Karahööyüğe,
Hep aynı gözle baktı küçüğe ve büyüğe,
Süt içirdi yılana, yem yedirdi geyiğe,
Hacı Bektaş veli’nin hümanist felsefesi,
Birlik beraberlikti tek amacı, gayesi.

Kutsal saydı dünyada yaşayan her insanı,
Beraberce dost etti aslan ile ceylanı,
Dedi, incinseniz de incitmeyin tek canı,
Hacı Bektaş veli’nin hümanist felsefesi,
Dünyaya ışık tuttu gönüller efsanesi,

Ehlibeytin yolundan sapmadan ilerledi,
Mezhep, din ırk ayırmaz; herkesi bir severdi,
Ulu Önder Gazi’ye her zaman ilham verdi,
Hacı Bektaş Veli’nin hümanist felsefesi,
Özünde barınmadı kibrin tek zerresi.

Yetmiş iki millete bir nazarla bakarak,
Sadakat ışığını sevgi ile yakarak
Muhabbet deryasına hakikatle akarak,
Hacı Bektaş veli’nin hümanist felsefesi,
Birliğe çağırmıştı yıllar önce herkesi.

Gönülleri fethetti bilgi ile bilimle,
Karanlığa ışıktı düşünceyle ilimle,
O Hakk’a ermek için don değişti ölümle.
Hacı Bektaş Veli’nin hümanist felsefesi,
Gürül gürül çağlayan muhabbet şelalesi.

Sakın hiçbir milleti ayıplamayın, derdi,
Sevginin makamına gönül postunu serdi,
Düşkünleri gözetti, sevdi, kol kanat gerdi,
Hacı Bektaş Veli’nin Hümanist felsefesi
Hayran Etti kendine bu dünyada herkesi.







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması İkincisi

Mehmet Ali ERÖKSÜZ

HAKİKAT KAPISI 
 


Ol yüce Hünkar’a serrimiz verdik
Hakikat Kapısı Pir Hacı Bektaş
Ta Ata ecdattan biz böyle gördük
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Çağa ışık tuttu asırlar önce
Bu yol öyle yol’ki kıldanda ince
Bu yoda barış var zerre yok kince
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Hakikate bağlı idi özünden
İlim irfan okunurdu tezinden
Çok gönüller gıda aldı sözünden
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Haktan aldığını halkına verdi
Gönüllerde sevgi gülünü derdi
Asırlar evveli bu günü gördü
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Düne bakıp yarınlara hislendi
Muhabbette nefes ile beslendi
Cehaleti yıkan o bir aslandı
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Dört kapı kırk makam yolunu süren
Hakkı hakikatte menzile eren
Dini, dili, ırkı, rengi bir gören
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Nefreti bibiri kökünden yoldu
Gönülden gönüle aşk olup doldu
Gelecek nesile aydın yol oldu
Hakikat kapısı Pir Hacı Bektaş

Hakikat olmadan Hakka varılmaz
Asil yolcu olan yola darılmaz
İki cevher bir birinden ayrılmaz
Hakikat kapısı Pir hacı Bektaş

Bu yol Hak yoludur dönülmez geri
Can evimde gizli Hünkar’ın yeri
Sefil Eröksüz’ün mürşidi piri
Hakikat Kapısı Pir Hacı Bektaş







2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:

1.Fehmi SAĞLIK “İKİ LİSELİ” adlı öykü ile.
2.Ali İRİŞ “HAKİKAT KAPISI” adlı öykü ile.

3.Ayşe YILMAZ “İÇİNDE İÇİN İÇİN” adlı öykü ile.
2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Salim ÇELEBİ “BENİM,BEN!” adlı şiir ile.

2.Fehmi SAĞLIK “GÜZEL PİRİM” adlı şiir ile.
3.Sadık TEMİZER "AYIPSIZ YAŞARIZ İNSAN OLDUĞUMUZDAN" adlı şiir ile.

2008 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:

1.Fikret DİKMEN “HACIBEKTAŞ FELSEFESİ” adlı şiir ile.
2.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKAT KAPISI" adlı şiir ile.
3.Mehmet Ali ERÖKSÜZ “HAKİKATI OKUDUK” adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması Üçüncüsü

Mehmet Ali ERÖKSÜZ

HAKİKATI OKUDUK
 


Hünkar Hacı Bektaş Veli ilminden
Tezimizden hakikati okuduk
Gelecek çağlara umutla baktık
Gözümüzde hakikati okuduk

Nefreti zulmeti kökünden yolduk
Her ne aradıksa insanda bulduk
Dörk kapı kırk makam bendesi olduk
Hazımızda hakikati okuduk

Yürürüz Hünkar’ın çizdiği yoldan
Has meyveler verdik asırlık daldan
Özdeki gerçeği söyledik dilden
Sözümüzde hakikati okuduk

Hakikat kapısı bizim yönümüz
Çağdaşlıktır ışık saçan günümüz
Libas ile sır eyledik tenimiz
Bezimizde hakikati okuduk

İnsandan ansana sevgiyi ördük
Hakkın cemalini insanda gördük
İlim irfan ile bahara erdik
Yazımızda hakikati okuduk

Hoşgörüyle baktık her güzel hale
Hakikat yolunda erdik kemale
Canlara cem olduk cemal cemale
Yüzümüzde hakikati okuduk

Aşkın deryasında derine daldık
İnsan mektebinden dersimiz aldık
Hak kakikat için dağları deldik
Düzümüzde hakikati okuduk

Yön verdik ilime tekniğe fene
Yarınları gördük baktıkça düne
Uygarlığa koştuk her gün her sene
İzimizde hakikati okuduk

Sefil Eröksüzü’üm sevdamız özde
Hünkar’ın ışığı nur oldu yüzde
Sarı tele kulak verdiğimizde

Sazımızda hakikati okuduk