ANA SAYFA
HABERLER
HACIBEKTAŞ
HACI BEKTAŞ VELİ
KÜLTÜR VE SANAT
HBV Anma Etkinlikleri
Gürbüz Sapmaz
Mithat Bektaş
Kazım Kalaycı
Bektaşi Fıkraları

ALBÜM
SANAL GEZİ
KÖYLERİMİZ
KÜNYE  VE  İLETİŞİM
SİTE HARİTASI






  Hava Tahmini

HACIBEKTAŞ

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

HACIBEKTAS

Kaynak: Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü

 



Buradasınız->: KÜLTÜR VE SANAT / 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması Birincisi

Fehmi SAĞLIK

İKİZLER

 

 

Yaşlı adam, balkonda pirinç ayıklayan eşinin yanına oturdu.

         Pencere önündeki zeytin ağacının kendilerinden yana olan dalına iki serçe art arda süzülüp kondu. İkisinin de bakışı, serçelerin ardınca sürüklendi. Bunlar, tam da klimanın dibine yuva yapan kırlangıçlara benzemiyordu. Birinin boğazındaki tüyler diğerine göre daha karaydı. Boğazının tüyü kara olanı, diğerinden daha iriydi; horozlanmasından belliydi ki erkekti bu; ikide bir “cik cik” edip bir o dala, bir bu dala sıçrayıp duruyordu.

         Eşi, yaşlı adamın koluna dokundu:

         “Biz de böyleydik değil mi?”

         “Böyleydik” dedi yaşlı adam.

         “Senin de bıyığın, saçın karaydı o zamanlar.”

         “Karaydı” dedi yaşlı adam.

         Kadın, art arda sordu; yaşlı adam yanıtladı onu:

         “Benim gözlerim bal rengiydi değil mi?”

         “Bal rengiydi.”

         “Saman sarısı bir kucak dolusu saçım, belime dek inerdi değil mi?”

         “Beline dek inerdi.”

         “Ya belim?”

         “Karınca beli gibiydi.”

         “Ellerim?”

         “Apaktı.”

         “Parmaklarım?”

         “O zamanın birer ‘kulüp sigarası’ inceliğindeydi.”

         Kadın, birden belini tuttu, güçlükle dikeldi, ellerini yan yana getirip eşine doğru uzattı:

         “Şunlara bir bak” dedi. “Şu ayrık otunu andıran damarlara bak. Şu altları siyah halkalarla çevrili, bal rengi olan gözlerime bak. Geçti; hepsi geçti. Karacaoğlan’ın dediği gibi ‘geçmez akçe pul’a dönüştü her biri.”

         Serçeler “pırrr” edip art arda havalandı ikisi de.

         Yaşlı adam, eşinin gözlerine baktı.

         “O denli de karamsar olma. Biz görevimizi yüzümüzün akıyla tamamladık diye düşünüyorum. Biri kız üç evlat, beş torun verdik bu ülkeye…”

         Tam bu zaman işte belindeki sancı kıvrandırdı yaşlı adamı. Bir değişiklik oldu onda. Sevgiyi, hüznü birlikte tadar gibi oldu. Boğazından göğsüne doğru sıcacık bir şeylerin indiğini duyumsadı. Ayakları, yürüyen bir merdivenin üstündeymiş gibi geldi ona. Sevinsin mi, üzülsün mü karar veremedi bir türlü. Kalbi, alışılmışın dışında atmaya başladı. Elini sol memesinin üstüne koyup bastırdı. Kalbinin atışını yavaşlatmak istedi aklınca. Bunaltıcı bir ter kapladı tüm bedenini. Bedeninin değişik yerlerinde kaşıntılar peydah oldu. “El, bedende kaşınan yeri bilir”di oysa. Ama bir değildi ki kaşınan yer. Vücudu gittikçe karıncalandı. Kurtuluşu, eşinin gözlerinde tutmakta buldu:

         “Ses geliyor. Baran’la Berçem mi yoksa?”

         “Evet, onlar” dedi eşi. “Dönem ödevlerini hazırlıyorlar kütüphanede.”

         “Ödevlerinin olduğundan haberim var. Dün bitirmeleri gerekirdi. Önce bize okuyup sonra okula götüreceklerdi. Öyle anlaşmıştık onlarla.”

         “Nerdeyse gelirler” dedi eşi.

         “Biliyor musun” dedi yaşlı adam; “ikiz olmalarının iyi yanları da var.”

         Tam bu zaman Baran’la Berçem, birer Arap atı tayı gibi soluk soluğa yanlarına gelip her biri, birinin boynuna sarıldı anneanneleriyle dedelerinin.

         Berçem, konuştu önce:

         “Oh be, rahatladım. Dünya sırtıma binmişti sanki.”

         “Al benden de o kadar” dedi Baran.

         “11 /A ile 11/B’nin edebiyatına aynı öğretmen giriyor dede. Biliyorsun ben A’dayım; Baran, B’de.”

         “Bilmez olur muyum güzel kızım; ancak ödevlerinizin ne olduğunu söylemediniz bana?”

         “Sürpriz olsun istedik dede” dedi Baran.

         Berçem, Baran’ın sözünü kesti:

         “Dilediğimiz bir devrimciye, bir bilimadamına, bir düşünüre istediğimiz uzunlukta bir mektup yazacağız. Ben “Devrim şehidimiz Kubilay”a yazdım; Baran da Hacı Bektaş Veli’ye yazdı.”

         Yaşlı adam, önce eşine baktı; sonra da ikiz torunlarını sırayla bağrına bastı; ikisinin de alınlarından bir güzelce öptü.

         “İki güzel insan seçmişsiniz. Biri, yüzyıllar önce insanlık için en güzel, en gerçekçi öğretiyi yazmış; bizlerin, ‘bilim yolu’ndan yürümemizi buyurmuş; bu yolu izlersek sağlıklı bir yaşam sürebileceğimizi dile getirmiş; hurafenin, bağnazlığın, insanları karanlığa sürükleyeceğini; karanlığın körlük, bataklık olduğunu, kuşkuya düşülmeyecek biçimde apaçık ortaya koymuş bir ulu pir, bir büyük düşünürdür. Diğeriyse; devrim için, aydınlık için, geleceğimiz için gençliğini feda eden, bu uğurda Kerbela şehidimiz İmam Hüseyin gibi başını veren genç bir öğretmen, yürekli bir subaydır. İkinizi de kutluyorum çocuklar. Ancak, yazdıklarınızı da dinlemek isterim.”

         Berçem, sınıftaymış gibi parmak kaldırdı.

         “İsterseniz yakından uzağa doğru gidelim.”

         Yaşlı adam güldü:

         “Anlaşıldı; mektup, Kubilay’a postalanacak önce. Hadi bakalım Berçem, seni dinliyoruz.”

         O da okudu:

         “Sevgili Teğmenim,

         Sana böyle seslenmek istiyorum; çünkü seni, devrim tarihimizin altın sayfalarına kazınmış o güzel fotoğrafınla tanıyorum ben. Evet sen, şanlı tarihimizin en güzel sayfalarından birine oturmuşsun. Adını sadece çocuklarının/ torunlarının gönül defterine yazdırmakla kalmamış, uğruna başını verdiğin ülkemizin tüm çocuklarının yüreklerine de silinmeyecek bir biçimde kazımışsın. Seni bir subay giysisi içinde gördüğüm için mektubuma ‘Teğmenim’ diye başladım. Sonra yaşam öykünü okuyunca anladım ki karanlığı silmek, aydınlığı getirmek için ‘bilim yolu’nda yürüyen saygın bir öğretmenmişsin aynı zamanda. İki kutsal kavram; iki saygın meslek; iki yüce kurum. Sen o güzelim giysi içinde ‘Başkomutan’ından aldığın emirle, yine ‘Başöğretmen’inden esinlendiğin o aydınlık düşüncenin bayraktarlığını yaptın.

         Sevgili Teğmenim, Sevgili Öğretmenim;

         Okuyoruz, büyüklerimizden dinliyoruz: Ulusların kahramanları vardır. Sen ulusumuzun gerçek bir kahramanısın.

         Öğretmenliğinle cehaletin, yobazlığın; askerliğinle hainlerin karşısına dikilip ulusunun geleceği uğruna yaşamını feda ettin. Kahramanlığın tanımı değil de nedir bu?

         Kahraman Teğmenim, Fedakâr Öğretmenim;

         Senden sonra gelişen olayların yabancısı değiliz. Sana ve arkadaşlarına zulmedenler, gençliğinize kıyanlar, uğruna başını verdiğin devrim yasalarınca hak ettikleri cezaları alıp tarihin ‘lanetliler çöplüğü’nde çamurlaşıp yok oldular. Ama sen ‘Mustafa Fehmi Kubilay’ olarak bunca yıldır, o teğmen rütbenle hiç yaşlanmadan, o aydınlık bakışlarınla belleğimizin ve gönlümüzün sevgili bir konuğu yüceliğinde, bizimle birlikte yaşamaya devam ediyorsun. Bu birliktelik, ardılımız olan kuşaklar için de geçerlidir.

         Benim Güzel Teğmenim,

         Şimdi de sana, ülkemizde, tanık olduğumuz olaylarla ilgili kısa bir rapor sunmak istiyorum. Dilersen çık Mustafa Kemal’in katına; tekmil verip bu raporu sen de ona sun.

         Günümüz Türkiyesi, Mustafa Kemal Türkiyesi değil artık. Sizler bilim yolunu yeğlediniz. Girdiğiniz bu yolla Batı’ya pencere açalım, diye didindiniz; bu uğurda canlarınızı verdiniz; günümüz yöneticileriyse bilim dışı yollar izleyerek sonlarının karanlık olacağını bile bile Doğu’ya kapı açmak için çırpınıp duruyor.

         Sizler kurdunuz, bunlar yıkmaya çalışıyor.

         Sizler yaptınız, bunlar bozuyor.

         Yanımız/yöremiz, birer kan gölüne dönüşmüş.

         Kime dost, kime düşman olduğumuz belli değil.

         Hangi yana dönsek yoksulun, dar gelirlinin ezilmişliğine tanık oluyoruz.

         Sevgili Teğmenim, sana kıyan karanlıkçı zihniyet, aradan bunca yıl geçmesine karşın, bugün de sarı dişlerini gıcırdatarak, kırpık bıyıklarını kaşıyarak, başındaki sarığıyla, sırtındaki cüppesiyle üstümüze üstümüze gelmektedir. Mahallemizde, okullarımızda, çevremizde burnumuzun dibindeler hep; ayrık otu, dut yaprağı çokluğunda serpilip yayılmışlar. Ama olsun; kurumaya, sararıp dalından kopmaya er geç mahkûmdur bunlar. Çünkü karşılarında tıpkı senin gibi Mustafa Kemal’e kopmaz bağlarla bağlanmış, onun devrimlerine gönül vermiş, Cumhuriyet’i canı pahasına korumaya ant içmiş, inançlı/uygar bir gençlik bulacaklardır. Çünkü karanlığın ışığa galip geldiği bir ortam, bugüne kadar henüz oluşmamıştır.

         Sevgili Teğmenim, sen ışığın özüsün. Sen, bilim yolunun yolcususun. Bu yaşımla, bu kalemimle, bu dilimle seni nasıl anlatabilirim ben? O güzelim resmini tam olarak nasıl çizebilirim? Sen, anıtının altında bir avuç toprak değilsin ki; koca bir vatansın sen. Sen ruhsun, cansın; ölümsüz bir destansın sen…

         Sana ve senin gibi yaşamını yitiren tüm devrimcilere, Atatürk Gençliği’nden selam olsun.

         O kutsal ellerinden öperim…

                                                       Berçem”

 

         Yaşlı adamla eşi, olabildiğince duygulanmışlardı. Her ikisi de gözlerinde biriken damlaları, torunlarından saklamaya çalıştılar.

         Sıra Baran’daydı.

         Yerinden kalktı; önce kardeşini kucaklayıp kutladı onu. Sonra öksürür gibi yaptı. Üst üste yineledi bu yaptığını; biraz da heyecanla, başladı okumaya yazdığını:

         “Benim Güzel Pirim,

         Bin yıla yakın bir zaman dilimi var aramızda. Ama öylesine yakınsın ki bana, tıpkı babam, tıpkı dedem gibi. Seni ve dünyanın diğer ünlü düşünürlerini, yazarlarını, şairlerini dedemden öğrendik biz. Okulumuzda bile sahip olamadığımız bir kütüphane var evimizde. Bizler de tıpkı fareler gibi bu kitapların arasında geziniyoruz. Yaprakları kemirmekten çok, özümseyip belleğimize nakşediyoruz. Öyküyü, romanı, şiiri seviyoruz. Sözün özü, okumayı seviyoruz. Bu güzel kazanımın bir bölümünü dedemizden, bir bölümünü de üç yıldır edebiyat derslerimize giren saygıdeğer öğretmenimizden aldık biz.

         Güzel Pirim, Ulu Pirim;

         Senden bunca yıl sonra ülkemizdeki görünüm, hiç de iç açıcı değil. Ülkemizi yönetenler, gericilik yolunda karanlığa doğru bir koşu başlatmışlardır. Mustafa Kemal’in devrimleri birer birer ortadan kaldırılıp yok ediliyor. Eğitim ağacımızın köküne hain ellerce kibrit suyu dökülmektedir. Karanlıkçı güçler; seni, koca Yunus’u, Pir Sultan’ı, Fuzuli’yi silip görünmez kılmaya çalışıyor. Ama aldanıyor bu zavallılar. Asıl kendileri silinip yok olacaklar. Adları/sanları anılmayacak bir daha. Çocukları/torunları, babalarından/ dedelerinden ötürü bir utanç deryasında yüzecekler hep.

         Güzel Pirim,

         Bilim dünyası bir derya. Düşünürler, yazarlar, şairler toplumu, bir umman. Kimleri üstünde taşımamış ki bu koca dünya. Bunların adlarını saymaya kalkışsam, bana deli derler sonra. Bu güzel adamların her biri, girdikleri bilim yolunda karanlığı aydınlatmak, gelecek kuşaklara ışıklı yollar açmak için birer mum yakmışlardır güçlerinin yettiğince; paha biçilmez ölümsüz yapıtlar sunmuşlardır insanlığa. Bu yola girenlerden bir sonra geleni, bir öncekinin attığı temel üstüne bir taş daha koyup kalıcılığını sağlamaya çalışmış bu yapının. Bu arada eleştiriler, değişiklikler diz boyu yaşanmıştır. Bilim de bunu gerektirir zaten; kuşkuyu, sorgulamayı gerektirir. Ama biri var ki aradan binyıl geçmesine karşın onun söylediklerinin hiçbiri yanlış çıkmamış, en küçük bir değişikliğe uğramamıştır. İşte bu ulu kişi sensin Hacı Bektaş. Bilim yolunu gösteren sensin. Senin her özdeyişinin açılımı, kerpiç kalınlığında bir kitap oluşturur. Ta o gün demiştin güzel Pirim: ‘İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.’ Binyıl sonra yine geçerli bu sözün. Ne yazık ki ülke yöneticileri, bu uyarının ayrımında değiller. Bunca değişimler, teknolojinin bunca gelişmesi, kıllarını kıpırdatmıyor bunların. Bindikleri aygıt, gerisin geri gidiyor. Varacakları yer bataklık, duracakları yer karanlık olacak elbette. Bunu sen binyıl önce görüp söylemişsin. Seni büyüten, seni yücelten de budur işte. Senin gösterdiğin yolda barış, öğütlediğin yolda paylaşım vardır. Hak vardır; emek vardır; eşitlik, adalet vardır. Işıklı yoldan gidildiğinde bunlara rastlanır. Işıklı yol, bilim yoludur.

         Güzel Pirim, Ulu Pirim;

         Gerçekleri yazdım sana; içimde birikeni aktarmaya çalıştım. Senin bizlere sunduğun ‘sevgi bahçesi’nden buncasını derebildim ancak. Gücüm, buncasına yetti.

         Yolun, yolum; dilin, dilimdir.

         O ışık saçan ellerinden öperim…

                                                                                                                Baran”

         Yaşlı adamla eşi, tek söz söylemeden ikizleri paylaşıp bağırlarına basmakla yetindiler sadece.

         Söylenecek sözleri, torunları söylemişti zaten…

 

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması İkincisi

Hasan İPEK

ÖNYARGI


   Yakın zamanda yaşadıklarımı düşünüyorum da kendi kendimden daha doğrusu insanlığımdan utanıyorum.  Gerçekten bizde insan mıyız diyorum. Ben ve benim gibiler yaşamları boyunca nelerden mahrum bırakılmışız. Şu dünyada birilerinin izin verdiği kadar şeyleri öğrenmişiz. Onun dışında hiçbir şey öğrenmeden boşuna yaşamışız. Bizim buralarda meşhur bir deyim vardır; “deh gelip çüş gitmek” benzetme biraz ağır olacak ama insanın eşek gelip eşek gitmesi buna derler. Bence bunun bir başka anlatımı olmasa gerekir.  Eğer insan kendi aklını kullanmasını beceremiyorsa o insan başka birisinin başına taktığı yularla çekilip istediği yere götürülen bir hayvandan ne farkı kalır? Tabiri caiz ise bir köpeğin sahibinin gösterdiği kişiye havlaması gibi...

   Bunları niye söylüyorum; bunca senedir başkalarının kulaklarımıza doldurmuş olduğu iyi mi, kötü mü olduğunu düşünmeden önyargıyla bir yerlere saldırıp durmamızdır. Örnek mi istersiniz? İşte size anlatacağım olay bir toplumun hakkında yüz yıllardır kafalarda yer etmiş en kötü olumsuz düşüncelerden birisidir. Ne olduğu belirsiz bazı kişilerin bizlere yutturdukları önyargı ve iftiralarla o güzelim insanlara (ötesini bilmem ama) bizler neler yapmadık. Yıllarca tarlalarında ekinlerine zarar verdik, tarlalarından sabanlarını çaldık, yakaladığımız hayvanlarına bile acımadık, ya öldürdük ya da götürüp uzak pazarlarda sattık. Bütün bunlar az gelmiş gibi sırf mezhepsel nedenlerle on iki eylül öncesi birçoğunun evlerini ateşe verdik. Bunlar aklıma geldikçe utanıyorum, midem bulanıyor.  Bütün bunları niye mi yaptık? O insanların alevi, kızılbaş olmaları bizim için yeterli bir sebepti.

   Peki, şimdi ne oldu da yaptıklarından pişmanlık duyuyorsun diye sormak elbette hakkınız. İşte bende bunu anlatarak biraz olsun içimi rahatlatmayı düşünüyorum. Anlatacaklarımı sabırla dinlemek isterseniz bana hak vereceğinizden eminim. Karanlık düşüncelerin pençesinden kurtulduğum için kendimi mutlu sayıyorum. Bundan böyle aynı kafada düşünenlere de karşı çıkmamdan dolayı adım “Kızılbaş, komüniste” çıktı. Varsın öyle desinler. Ben bundan gocunmuyorum artık.

 

   Ben, Yolaklı köyündenim. Rahmetli babam beni on altı yaşında evlendirmiş yaşım otuza varmadan beş tane çocuğum olmuştu. Eşim bizim köye bir hayli uzakta bulunan Deli Hacılı köyündendir. Köylük yerde babadan kalık kırk dönümlük kıraç tarla ile ev geçindirmek hiçte kolay bir iş değildir. Bizim köyde birçok aile aynı durumdalar. Buna geçinmek denirse; insanlarımız her zaman yarı aç yarı tok didinip durmaktayız. Ara sıra iş buldukça çevremizde bulunan köylere taş duvar ustalığında gidip üç beş kuruş para kazanıyorum. Ama diğerlerinin benim gibi bir el becerisi olamadığından para kazanamıyor, yılın on iki ayı buldukları ile yetinmek zorunda kalıyorlar.

   Her neyse; sözü fazla uzatmadan esas anlatmak istediğim konuya gelelim. Tarihini şimdi pek hatırlamıyorum ama galiba bizin ildeki on iki eylül öncesi olayların bitiminden birkaç yıl sonraydı. O yıl yine tarlada ektiğimiz ekinler kuraklık nedeniyle istenilen verimi sağlamamıştı. Her yıl olduğu gibi bu sene de şartlar çok ağır geçeceğe benziyordu. Tarladan çıkan ekin bize yetmesi bir yana hayvanlara verilecek saman bile kışı yarıda bırakacak kadar yetersizdi. İşin kötü tarafı birikmiş olan borçlarımı nasıl ödeyeceğimdi. Bu durum beni kara kara düşündürüyordu. Benin durumumu bilen eşim Hayriye, bana bir öneride bulundu.

   “Bizim köye git, orada babama ve kardeşlerime durumuzu anlat. Onların durumları çok iyidir. Belki biraz yardım ederler. En azından bişeyler verir seni boş göndermezler. Biraz para veya buğday verirlerse kötüsü mü olur” dedi. Ben, hanımın babasının ve kardeşlerinin ne derece cimri birileri olduğunu bildiğim için itiraz ettim. “Onlar kimseye günahını vermezler” dedim ama hanıma dinletemedim. “Sen hele git durumumuzu anlat, bundan ne kaybın olacak? Bir şey vermezlerse döner gelirsin, yolunu elinden alacak değiller ya. Elinde olunca tekrar ödersin” dedi. Ben de hanımın bu söylediklerine uyarak gönülsüzce yola çıktım. Nede olsa denemekte yarar vardı. Bu sebeple bizimkilerin gerçek yüzünü de görecektim.

 

   Kasım ayının sonuydu. Sabah erkenden yola çıktım. Üzerine binip rahatça gidip geleceğim eşeğim de yoktu. Kayınpederin köyüne yaya olarak gidip dönmem gerekiyordu. Hanımın dediği gibi buğday verirlerse onların traktörleri vardı. Köye getirip bırakırlardı. Verirlerse getirmek sorun değildi. Yol boyunca bunları düşünerek gidiyordum.

   Bizim köyün yolu bir “Kzılbaş” köyü olan Aydınlı’nın içinden geçiyordu.  Oldum olası bu köyü ve insanlarını hiç sevmezdim. Sadece ben değil bizim o civarda bulunan Sünni köylerin hepsi de benim gibi düşünür,  yakınlarında bulunan Kızılbaş-Alevi köylerine karşı her zaman düşmanca davranmaktan geri durmazlardı. Bizim köylüler hep söylerlerdi; mümkün olsa köyün yolunu değiştirip bir başka yerden geçmeyi çok isterlerdi ama doğal arazi şartları buna uygun değildi. Yapılacak bir şey yoktu, oradan geçmeye mahkûmduk.

   Şimdi soracaksınız; “bu insanların size ne gibi bir kötülükleri oldu, ya da sizler oradan geçmenizi mi engelliyorlar?” Allah var! Şimdiye kadar öyle bir şey ne yaptılar ne de geçmişte yaptıklarını duymadık. Kimselere zarar veren birileri değillerdi. Yerine göre yardımsever oldukları biliniyordu. Bizim insanlarımızın onları sevmemesinin tek nedeni işin açıkçası, Alevi/ Kızılbaş olmalarıydı. Kadınlarının, kızlarının başları açık dolaşıyorlardı. Bu da bizim köylerde olmayan bir şey olduğu için kimsenin hoşuna gitmezdi. Onlara selam vermek bile bizlere ağır geliyordu. Bizler büyüklerimizden böyle duyduk böyle öğüt aldık. Bu yüzden onları sevemedik işte…

   Böyle düşünerek Aydınlı köyüne geldim. Günün ilk saatleri olduğu için hayvanlarını köyün çeşmesinden sulamaya götüren birkaç köylüden başka kimseler ortalıkta görünmüyordu. Bunlardan yaşlı birisi ile karşılaş, ister istemez selam vermek zorunda kalmıştım.

 

   Kayınpederin köyüne vardığımda yemek yerken durumumu kısaca anlatmamla herkesin yüzünün bir tuhaf değiştiğini görmüştüm. Sanki yardım istememiş de kendilerine sövmüş gibiydim. Daha doğrusu onların görünüşleri karşısında kendimi öyle hissetmiştim. Yanılmamışım. Çok geçmeden bunun arkası da gelmekte gecikmedi. Kayınpeder ve iki kayınımdan hiçbir yardım alamadığım gibi aşağılayıcı davranışları ile beni yerden yere vurmaları yetmişti. Yok, efendim; mademki evimi geçindiremiyorsam ne diye evlenip kızlarının başını yakmışım. O zaman kızlarının daha uygun isteklileri varken ne diye benim gibi aç birisine vermişler. Daha neler neler… O sözleri yersen ye… Artık dayanamadım sofradan yarı aç yarı tok kalkmış, yediğim iki lokma ekmekte boğazımda kalmıştı. Kayınpeder yarım ağızla:

   “Bu gece burada kalsaydın” dedi, “yarın sabah giderdin, hava da çok kötü oldu, neredeyse kar yağmaya başlayacak ”dedi. Ben ise:

   “Sağ ol Baba, gitmem gerekiyor, ev yalnız” dedim ve yola çıktım. Kayın- anam arkamdan seslendi:

   “Ömer, bekle biraz; çocuklara çökelek veriyim de götür,” dedi ama benim bekleyecek halin kalmamıştı. Köyden nasıl çıktığımı hatırlamıyorum.

   Akşam yakındı. Sabahleyin bazen yüzünü gösteren güneş temelli kara bulutlar arasında kaybolmuştu. Zaman belirsizdi. Saatim olmadığından günün neresindeyim bilemiyordum. Hava gittikçe soğuyordu. Üzerimde ne bir palto ne de şemsiyem vardı. Önceleri hafiften serpeleyen yağmur gitgide şiddetini artırarak karla karışık yağmaya başlamıştı. Koşarcasına yol aldığım halde üzerimde ıslanmadık avuç içi kadar bez parçası kalmamıştı. Zaten yol üzerinde sığınıp bekleyeceğin bir barınak da yoktu. Olsa bile bu ıslak giysilerle zatürre hastalığına yakalanmam işten değildi. Bu arada eski ayakkabıların altları yer yer açılarak ayağıma çamurlu sular dolmuş, yürümem iyice zorlaşmıştı. Arada bir kayarak yere düşüyordum.  Her yanım çamurlara belenmişti. Ölesiye bir güç harcayarak karanlık bastığında Kızılbaş köyüne ( yani yukarıda anlattığım Aydınlı ’ya) ancak erişebilmiştim ama bir adım daha atacak halim kalmamıştı. Kendimi yolun kenarındaki bir evin çatısının altına zor attım. Islak halimle biraz dinlenerek yola devam etmeye kararlıydım. Titreyip, dişlerim birbirine çarparak sonumun gelmesini bekler gibiydim. Böylece ne kadar zaman geçtiğini bilemiyordum. Birisinin elindeki lambayı üzerime tutup kolumdan çektiğini hissederek kendime geldim. Eli lambalı adam:

   “Hemşerim, bu yağmurda ne bekliyorsun” dedi, “çok ıslanmışsın, hadi içeri gelsene!”

   İrkildim. Öteden beri edinmiş olduğum ön yargılar gelip beynime yeniden saplanmıştı. Bu adanlar sağ bırakmazlar, kim bilir nasıl bir ölüm beni bekliyordu. Hele de, il merkezinde başkalarının organize ettiği olaylara fiilen katıldığımı biliyorlarsa…

   “Şey” dedim kekeleyerek, “yağmurun dinmesini bekliyorum. Birazdan gideceğim de onun için…”

   Adam:

   “Tamam, hemşerim gidersin, hele benimle gel bakalım” diyerek sürükler gibi beni evinin merdivenlerine doğru çekmişti. Adamın bu hareketine direnecek gücüm yoktu. Kaderde bu da varmış. Kim bilir, biraz sonra beni nasıl bir sorgulama yapacaklardı. Bu kötü havayı da fırsat bilerek beni öldürüp bir yerlere gömmelerini kin nereden bilebilirdi ki. Bunları düşünüp adamım çektiği yöne isteksizce yürüyüp merdivenden üst kata çıkmıştım. Birlikte kapıdan içeri girdiğimde adam bir düğmeyi çevirip elektrik lambasını yakmıştı. İçerisi göz kamaştırıcı bir şekilde aydınlanmıştı. Geniş bir salondaydım. Burası, kapının arkasına kadar el dokuması kilimlerle seriliydi.. İçimden: “Şu kızılların işine bak! Yıllardır köylerinde elektrik kullanıyorlar, oysa bizim köyümüzde elektrik yoktu. Ne zaman geleceği de belli değildi. Bu da ayrı bir noksanlıktı.  

   Kapının yanında durmuştum. Üzerimdeki giysilerden yerlere sular sızıyordu. Bir adım daha atarsam adamım yerdeki serili kilimleri çamur olacaktı. Bu arada yandaki kapı açıldığında orta yaşlı bir kadınla onun yanında çok güzel iki kız göründü. Kadınların üçünün de başları açıktı. Yabancı bir erkek olarak benden de sakındıkları yoktu. Beni görünce toparlanıp gitmeleri veya en azından başlarını örtmeleri gerekmez miydi? Kinse de bir hareket yoktu.

   Adam seslendi:

   “Fadime! Öyle durup aval aval bakmasana! Hiç mi adam görmediniz? Gelip kapımıza düşmüş işte. Durumu meydanda. Ne gerekiyorsa yapacağız.”

   Tamam işte. Adam resmen  “ne gerekiyorsa yapacağız” diye söyledi. Bu ne demektir?  Kim bilir bana neler yapacaklardı. Bu andan itibaren ölümlerden ölüm beğen Ömer… Yazıklar olsun sana, ne halt ettin de gelip burayı buldun, körün kuyuya düştüğü gibi.

   Adam kadınlara tekrar seslendi:

   “Siz içeri girip kapıyı kapatın” dedi ve bana dönerek:

 “Soyun! Üzerinde ne varsa çıkar bakalım, şuraya bırak,”dedi. Ben heyecanlanarak yalvarırcasına:

   “Neee! Soyunmak mı? Ne olur acıyın bana. Elinize düşmüşüm. Çocuklarım var! Dedim.” Adam:

   “İşte onun için soyunmanı istiyorum. Biz burada erkek erkeğeyiz. Utanılacak bir şey olmasa gerek,” dedi. Bense istemeyerek önce ayağımdaki sökülmüş ayakkabıları ve arkasından da çamurdan ne renkte olduğu belli olmayan çoraplarımı çıkarmıştım. Adam bunları alarak kapının dışına bıraktı.

   “Üzerindeki pantolonunu, gömleğini ve ceketini de çıkar” diyerek yandaki odaya girdi. Biraz sonra dışarı çıktığında kucağında giysiler vardı.

   “Şunları giyinmeden önce içeri gir, şurada banyoluk var. Sobanın üzerindeki güğümdeki sıcak suyu oraya bıraktım. Temiz havlu kapının arkasında asılıdır. Bir duş al, atlet külotta koydum.”

   Ben neler olduğunu bir türlü kavrayamıyordum. Adamın isteğine uyarak gösterdiği yere girerek kapıyı kapatmıştım. Artık yapacak bir şey yoktu. Adamın dediğini yapacaktım. Belki bunda da bir hayır vardır, diye düşündüm.

   Banyonun içerisi mis gibi sabun ve deterjan kokuyordu. Yalan yanlış üzerime sular dökünüp. Temiz iç çamaşırı ve giysileri giyip çıktığımda tanımadığım adamla oturdukları odaya girdik. Oda sıcaktı. Evi ısıtan sobanın üzerinde yemek tencereleri bulunuyordu. Tıpkı salonda olduğu gibi içerisi aydınlıktı. Ben içeri girince kadınlar bir saygı ifadesi göstererek oturdukları divandan kalkarak bir yana çekilmişlerdi.

   Evin sahibi elli, elli beş yaşlarında, orta boylu, yüzünden gülücükler eksik olmayan birisiydi. Hafif sakalı ve bıyıkları kırlaşmıştı. Eşi Fadime’nin de yarım örttüğü başörtüsünün altından kırlaşmış saçları görünüyordu. Kızları ise neredeyse birbirinin aynısıydı. Cana yakın neşeli bir tavırları vardı. Yaşları yirminin altındaydı. İkisi de çok güzel ve bakımlıydılar.

   “Şuraya sobanın yanına otur da biraz ısınıp kendine gelesin, çok üşümüşsün” dedi adam. Gösterilen yere oturduğumda adamın eşi ve kızları yanıma yaklaşarak sıra ile bana “hoş geldin” dediler.

   Ben, yanan sobanın verdiği rahatlığı düşünürken sofra kurulmuş bulunuyordu. Sofralarına buyur ettiklerinde yerimden kalkarak yemek masasının yanındaki sandalyelerden birisine kendimi bırakmıştım. Bizde böyle yemek masası yoktu. Döşeme üzerine konan meydan sinisinin etrafına toplanıp yemeklerimizi aynı kaptan yiyorduk. Burada ise herkesin ayrı bir tabağı vardı. Sofrada soba fırınında yapılmış çörekle domatesli bulgur pilavı vardı. Yemek kokularından çok acıkmış olduğumu anladım. Kayınpederin evinde karnım doyası bir yemek bile yiyememiştim. O da ne? Adamım eşi ve kızları da benimle birlikte sofraya oturmazlar mı? Ne garip şeyler oluyor, söylerlerdi de inanmazdım. Evin kadınları hiç tanımadıkları erkeklerle oturup sofrada yemek yiyorlardı. Bu bizim gelenek ve göreneklerimize tamamen aykırı bir şeydi. Tanımadığım bir sofrada tanımadığım kadınlarla birlikte yemek yiyorduk. Bu Alevi- Kızılbaşlar da ne kadar mezhepleri geniş insanlarmış meğerse. Daha doğrusu bizlerde böyle bir gelenek hiçbir zaman olmamıştı. Biz kadınlarımızı yabancılarla birlikte oturtup yemek yemek şöyle dursun hiçbir şekilde onlara göstermeyiz. Evlerimize yabancı birileri gelirse (ailemize çok yakın olmadığı sürece bu kendi köyümüzden de olabilir) hazırlanan yemekleri kapı aralığından alarak sofrayı biz erkekler kurarız. Bunları düşününce sıkıntıya düşmüştüm. Başımı kaldırıp kimsenin yüzüne bakamıyordum. Sıkıntıdan ne yiyip ne kadar yediğimi bilemiyordum. Benim sıkıntılı durumumu gördüklerinden mi her nedense sofrada kendi aralarında konuştukları halde benimle hiç konuşmamışlardı. Bana da bir şey sormamışlar, henüz kim olduğumu ve nereden gelip nereye gitmekte olduğumu sormamakta ısrar ediyorlardı. Ben de korkumdan filanca köyden filancayım demeye açıkçası korkuyordum. Onlar sormadıkça bende söylememekte kararlıydım.

   Sofrayı kaldırdıktan sonra önümüze sıcak çaylar gelmişti. İşte buna diyecek yoktu. Aylardır hiç çay içmemişim gibi canım çekiyordu. İki bardak çay içtiğimde kendimi daha rahat hissetmeye başlamıştım. Henüz kim olduğunu bilmediğim ev sahibi bana dönerek:

   “Eee arkadaş” dedi, “sormak ayıp olmasın ama aramızda muhabbetin yön bulması için birbirimizi tanımamız gerekiyor. Belki duymuş olmalısın, bana bu köyde Seyit Ali derler. Seyit Ali Güvenç… Sen de adını bağışla, kimsin, nerelisin? Bu havada nereden gelip nereye gidiyorsun?”

   Çoktandır bu soruyu bekliyordum. Sıkıntılı bir durumda gerçek kimliğimi açıklayıp açıklamakta ikirciklenirken adının Seyit Ali olduğunu öğrendiğim ev sahibi bunu anlamış olma ki bana:

   “Görüyorum ki çok sıkıntılı bir halin var. İnsan içindesin. Buna gerek yok. Kim olursan ol bizim konuğumuzsun. Hepimiz insanız. Şöyle serbest otur, rahat ol, tıpkı kendi evindeki gibi…”

   Bu sözlerden sonra biraz kendimi toparlayıp ne olursa olsun kim olduğumu açıklamaya karar vermiştim. Belki de beni ve geçmişimi bilmiyor olabilirlerdi.

   “Be ..be.. Ben, Yolaklı köyünden topal Selahattin’in oğlu Ömer’im, Ömer Çelik…” diye kendimi tanıttıktan sonra o gün için başımdan geçenleri anlatarak, yakınlarımdan hiç bir yardım alamadığımı da ekledim. Seyit Ali’ ve ailesi benim sözümü kesmeden ilgiyle dinlediler. Seyit Ali:

   “Babanı tanıyorum” dedi. Hatırladığım kadarıyla yakın zamanda ölmüştü. Ama senin adın da bana yabancı gelmiyor. Hani şu Çorum olaylarından dolayı…”

     Bunu duyduğum anda başımdan kaynar su dökülmüş gibi oldum. İşte şimdi kapana kısılmıştım. Olaylarda başkalarının kışkırtmasıyla bazı şeyler yapmıştım. Yangın filan çıkarmak, yakaladığımız solcu komünist Alevilere işkence yapmak gibi. Ama başka militan gurupların yaptığının aksine kimseyi öldürmemiştim. Olaylardan sonra ister istemez bazı yerlerde adım geçmişti. Bu yüzden korkmakta haklıydım. Benin korktuğumu anlayan Seyit Ali gülümseyerek:

   “Korkmana gerek yok” diyerek aklımda kaldığı kadarıyla şu konuşmayı yapmıştı.

   “Geçti o günler. Bundan sonra ne yapsak, neylersek ölenleri geri getiremeyiz. Önemli olan şimdi nasıl yaşayacağımızdır. Tarih boyumca bizlere yapılanlar yeni değildir. Ancak ben bunu bilir bunu konuşurum ve de böyle öğrenmişimdir ki hiçbir insan kötü değildir ama aklını kullanmasını bilmeyip bunu başkalarının kullanımına verenler kötüdür. Tersini söylemek gerekirse insan başkalarının aklıyla yaşarsa bunun sonu gelmez.

    Koyun misali, çoban ıslığını çalar ve onları istediği yöne çevirir. Başkaları kendi amaçları için onu hep kullanır. Bizim Çorum olayları aklını kullanamayanların başkalarına alet olmasından dolayı ortaya çıkmıştır. Dediğim gibi aklını başkalarına vermiş cahiller tarafından çıkarılmış bulunmaktadır. İnsan, koyun olmadığı sürece aklıyla yaşar ve karanlığa düşmez. Bizler neyi paylaşamıyoruz? Uzat bakıyım şu ellerini. Bak bakalım senin elinle benimkinin bir farkı var mı? Kafamız, kolumuz bacaklarımız da öyle… Hepsi etten kemikten oluşmamış mı? Kendimizi bilir, birde paylaşmasını becerirsek bu dünyada herkese yer vardır. Ayrıca dağda bayırda hemen her yerde yaşayan her canlının da bizlerin üzerinde hakları vardır. Onlar bizlere birer emanettir. Bizin Alevi inancına göre her ne olursa olsun ona acımasını bilmek, kendi özüne ağır geleni başkalarına yapmamak, eline, beline, diline sahip olmaktır. İşte dört kitabın özü de budur. Geri kalanların hepsi hava cıva şeylerdir. Bizim insanlarımız binlerce yıldır böyle düşündükleri için ne yazık ki, sürekli horlanır zulüm görürler ve de toplu katliamlara uğrarlar ama bizler doğru bildiğimiz bu yoldan dönmeyiz. Bundan böylede döndürülmenin olanağı yoktur. Bu söylediklerimi iyi anlamak için bir insanın özverili davranıp bazı şeyleri araştırması gerekir. Bunun yolu da her zaman bilimsel düşünmek, araştırmak ve okumaktan geçer. Bizim pirimiz Hünkâr Hacı Bektaşi Veli, boşuna söylememiş, “Bilimden Gidilmeyen Yolun Sonu Karanlıktır” diye. Önce insan olacaksın, seveceksin. Seven insan başkalarını da sever diğer canlıları da… Bilinin göstermiş olduğu yoldan yürümeyen insanlar binlerce yıldır hayallerin, hurafelerin peşinden koşmuşlar ama sonunda ne olmuş? Koskocaman bir hiçlik... Bak sen bu haneye gireli hep korkuyorsun. Bu senin gözlerinden okunuyor. Bu korkunun nedeni yüzyılların vermiş olduğu birikimdir. Bizim gibi bir toplumun olmadık şeylerle suçlaması ve bu asılsız şeylerin başka bir toplumun genlerine işlemiş olmasıdır. Bundan dolayı insanlar birbirlerine önyargılı davranıyorlar. Bu da insanların bilimsel düşüncelerden uzak olmalarını, orta çağ zihniyetinden kurtulamadıklarını gösteriyor. Bir örnek daha verirsek Ulu önder Atatürk boşuna söylememiş, “Hayatta En Hakiki Mürşit Bilimdir Fendir” diye. Bilimin gösterdiği yoldan gidip birbirimize hoşgörülü davranmasını bilirsek, bu dünya bizlere bambaşka görünecektir. Bana göre sen daha gençsin, bazı şeylerin henüz farkında değilsin. Bizim hanemize kim girerse girsin, eşikten içeri herkes ana bacıdır. Bunun tersi hiçbir zaman düşünülemez. Düşünen olursa o kişi bizden değildir. Sevgi bizim dinimiz olduğu için bizler böyle düşünürüz ama elin karanlık düşünceli yobazı bizlerin bu insani yönlerini her zaman başka şeylere yorumlamıştır. Cehalet dediğinde budur işte. Anlayıp dinlemeden peşin verilen ve uydurulan saçmalığın daniskasıdır. Ben ve ailemin sana karşı yaptığı insani davranışı bizim Alevi köylerinin hangisine gitsen aynısını yaparlar; sanma ki burada bir Seyit Ali böyle davranır. Sıradan insanlarımız belki benim gibi konuşamaz ama emin ol ki bizim sana yaptığımız insani davranışı herkesten görebilirsin. Bu davranışlarından da hiç kimse bir karşılık beklemezler. Düşene vurmak gerekmez, asıl olan onu elinden tutup kaldırmasını bilmektir. İnsan olarak bu da zor bir şey değildir. Zamanı gelince hepimiz ölüp gideceğiz ve aslımız olan toprağa karışacağız. Bu yüzden geçici olarak yaşadığımız dünyada kimsenin kimseye hayatı zehir etmeye hakkı olmasa gerektir.”

 

   Seyit Ali, bu anlattıklarımın dışında birçok şeyler de anlattı ama sıkıntımdan ancak bunları kafamda tutabildim. Anlatılanlardan anladıklarım ve o evdeki davranışlar bana yetmişti. Bir deyimle; “insan olmuştum.” Çünkü, bu sözler hayatımda ilk defa duyduğum şeylerdi. O an için karamsardım, fazla etkilenmemiştim ama zaman geçtikçe bu sözlerin değerini daha iyi anlamıştım. Şunu belirteyim ki aradan bilmem kaç yıl geçti ama bu söylenenleri unutamıyor, zaman zaman kendi kendime tekrar edip tartıştığım kişiler de anlattığımı da belirtmeden geçemeyeceğim.

    Bana yapılan bu insani davranış karşısında iyice sıkılmıştım. İzin alıp gitmeyi düşünüyordum ama üzerimde giysi diye ne varsa Seyit Ali’nindi. Ne deyip de yola çıkacaktım. Sanki bu rahatsızlığımı anlamış gibi yine Seyit Ali imdadıma yetişmişti.

   “Bak Ömer Efendi” dedi, “karla karışık yağmur yağmaya devam ediyor. Bu saatten sonra giderim diye akıl etme sakın. Bu gece bizimle kal, konuğumuz ol, yarın sabah gidersin.” 

   Teklifine itiraz edecek ortamda olmadığım için ses çıkarmamamdım Yalnız:

   “Sizlere daha fazla yük olmak istemezdim” diyebildim.

      

Seyit Ali:

   “Bırak o gibi düşünceleri, yük olmakta neyin nesiymiş. Sen içini rahat tut” dedi.

 

   Seyit Ali’nin söylediklerini neredeyse bütün gece düşünmüştüm. Bu insanların bana yapmış olduğu insani davranışlar bile şüphelerimi bütünüyle dağıtmamıştı. Çorum olaylarına karışmış olduğumu biliyorlardı. Şimdi ellerindeydim. Ne olur ne olmaz bakarsın Seyit Ali elinde silahı ile yanıma girerse ve de “ulan kalk bakalım geçmişte yaptıklarımın hesabını ver bakalım” derse, ne yapabilirim. Olur mu, olur. Bu insanların neyine güvenip evlerinde ne diye yatıp kalıyorsun be aptal Ömer…

   Her neyse; güçte olsa o geceyi herhangi bir şey olmadan kazasız belasız atlatmış, sabah erkenden kalkıp, yine zorunlu olarak Seyit Ali’nin giysilerini giyip yatağın kenarına oturup beklemeye başlamıştım. Ev halkına ayıp olur mu bilmem ama, giysilerim üzerimde olsaydı burada bir dakika bile kalmayı düşünmüyordum. Kimseye görünmeden evden çıkıp gidebilirdim.

   Yattığım odaya göz attığımda her yerin kitaplarla dolu olduğunu görmüştüm. Birçokları kalın kalın kitaplardı. Hiç birisi birine benzemiyordu. Hayret! Bu adam bu raflardaki kitapların hepsini okumuş olabilir mi, buna olanak var mı* diye kendi kendime sorup düşünmeden edemiyordum. Kim bilir, içlerinde neler yazıyordur. Bu kitapları okuyan insanda ancak Seyit Ali gibi birisi olur ancak. Onun kadar güzel konuşur ve benim gibi birisine böyle davranırdı. Yoksa bu iş nasıl olabilirdi ki. Ben bunları düşünürken Seyit Ali bir kucak odunlarla odaya geldi. Sobayı yakacaktı. Giyinmiş olarak yatağın ucunda oturduğumu görünce:   “Günaydın Ömer efendi” dedi, “erken kalkmışsın, yoksa rahat edemedin mi?

   Artık korkacak bir durum kalmamış olduğundan içim rahattı. Ben de ona:

   “Günaydın” dedim, Allah sizlerden razı olsun. Oldukça rahattım. Çok iyi uyudum.”

   O arada Seyit Ali’nin eşi Fadime de, elinde benim giysilerimle içeri girip getirdiklerini yanıma bırakarak:

   “Giysilerini yıkayıp kuruttuk kardeş” dedi,  “İstersen giyebilirsin.”

  Ben ise buraya geldiğimden beri neler düşünüyor, karşılığımda neler görüyordum. Bundan dolayı utancım durmadan artıyordu. İçimden bizi bu hallere getirenlerin Allah belalarını versin diyordum. Akşamdan beri sanki bir düş görüyor  kâbus yaşıyor gibiydim.

     “Zahmet etmeseydiniz Fadime Bacı” dedim. “benim karı yıkardı.”

   “Ne zahmeti bre kardeş” dedi, “evimize gelmiş birisine hizmet etmenin zahmeti mi olurmuş. Seni çamurlu giysilerle bıraksaydık el âlem bize ne demezdi. Biz insanlık görevini yapıyoruz. Sen içini rahat tut, gerisini düşünme hiç.”

   Çok geçmeden önümüze kahvaltı masası da gelmişti. Sessizce kahvaltımızı yapmıştık. Kahvaltı masasında yine Seyit Ali’nin eşi ve kızları da vardı. Ne kadar edepli terbiyeli oldukları her hallerinden belli oluyordu. Seyit Ali:

   “Kızlarım eskizdirler” dedi. “İkisi de Çorumda Atatürk lisesinde okuyorlar. Ben okumaları için ne gerekiyorsa yapmaya çalışıyorum. Bizim ülkemizde genellikle erkek çocukların okutulması için gayret gösterilir, çok yerde de kız çocuklarını okula göndermekten çekinirler. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Burada asıl önemli olan kızların da okutulmasıdır. Kızlar okutulmaz ise toplumun yarısı eksik demektir. Çağdaş bilgilerle donanmış bir kadının dünyaya bakış açısı da değişik olur. Okuyan kadının öğrendikleri doğurup büyüttüğü çocuklarına da yansır. Okumamış cahil kadın ne yapacak? Başkaları ne derse ona uyacak. Kendisinin yapmakta yükümlü olduğu şeyler karşıdakinin dünyasal görüşlerine bağlıdır. O insanın neyi doğru, neyi yanlış söylediğini nerden bilecek. Beyinleri başkalarının ellerinde tutsak olan kişiler ne yapar? Bunu kurtulmanın tek yolu kendi kafanla düşünmesini bilmektir. Bunu da ancak bilimsel düşünceyle öğrenebilirsin. Çağın insanı olabilmekte budur işte.”

   Seyit Ali’nin bu konuşmalarına ister istemez katılmadan edemezdim. Bu arada merak ettiğim bir şeyi de sormadan duramadım.

     “Odada çok kitaplar var. Sen bunların hepsini okudun mu?”

    “Evet, hemen hemen hepsini okudum sayılır. Âmâ aşağıda gördüğün kalın takım kitaplar ansiklopedilerdir. Onları okunmadan ziyade bilmediğin konularda başvuru kaynağı olarak kullanılırlar. İçlerinde ne arasan vardır. Bu kitapları yalnız ben değil kızlarımda okuyorlar. Ayrıca komşulardan da ödünç alıp okuyup getirenler vardır” dedi.

    Kahvaltıdan sonra yerimden kalkarak gitmek için izin istedim. Seyit Ali:

   “Artık gidebilirsin ama gitmeden önce şunu öğrenmek isterim; ne kadar paraya gereksinimin vardı?”

      Söyledim.

   “Al öyleyse o parayı sana ben veriyorum. İşin görüle. Elinde olunca ödersin” diyerek cebinden çıkardığı parayı sayarak elime tutuşturmuştu. Şaşkınlığımdan ağzımı açıp bir kelime bile söyleyemeden o, tekrar bana:

    “Dışarıda bir merkep yükü buğday hazırladım, çocuklarına un yaptırırsın. Sonrasında harman zamanı yeni mahsulün çıkınca getirirsin, eğer yine sıkıntıda olursan benden yanı helal olsun, eşeğe vuralım götür. Eşeğin sıpasını köyde bırakıyorum. Köyüne varıp yükünü indirdikten sonra hayvan koşarak geri gelir. Bilirsin eşekler sıpalarına çok meraklıdır. Giderken biraz zor giderler ama gelirken arkalarından yetişilmez olurlar.”

    İyiliğin ve insanlığın bu kadarını görmemiştim. Sanki düş görüyor gibiydim. Kendimi bambaşka bir dünyada sanıyordum. Meğerse çevremizde nasıl birileri yaşıyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Gör işte, cehaletin gözü kör olsun! Başka bir şey söylememe gerek yok sanırım.

 

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Kısa Öykü Yarışması Üçüncüsü

Nihat MALKOÇ

BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...

Küçük odanın penceresi hafif aralık kalmıştı. Yağmur damlalarının camdan akseden sesi, doğal bir musiki oluşturuyordu sanki. “Âh, deli eder insanı şu yağmur sonrası toprak kokusu…” diyordu yatağında beyazlara bürünen ve derin hayallere dalan o asırlık çınar. Alnının çizgilerinden yılların yorgunluğu taşıyordu. Senelerden beri nasırlı ayakları toprağa değmemişti. Toprağın buram buram kokusu, içinde bahar rüzgârları estiriyordu. Yatağında uzanır haldeyken derin hayallere dalıyor, hayatını bir film misali başa sarıyordu.

 

Sara; henüz gencecik, güzel bir kız iken karşı mahallenin delikanlısı aklını başından almıştı. Babası, onun bu çocukla birlikte olmasına şiddetle karşıydı. Zira Bedri’nin ne bir işi, ne de belli bir eğitimi vardı. İlkokul üçten terkti. Daha doğrusu üçüncü sınıfta okurken okuldan uzaklaştırmışlardı onu. Çünkü daha o yaşta iken, okuldaki arkadaşlarından haraç topluyordu. Güçlü ve iri yapılı olduğu için çocuklar ondan korkuyor, ister istemez, istediği parayı getiriyorlardı. Hatta para bulamadıklarında babalarının cebinden para aşırmak zorunda kalıyorlardı. Okul idaresi bu durumu öğrenince, çocuğu ıslah etmek için uğraşmış; fakat bir türlü bunu başaramamışlardı. Sonuçta onu okuldan ayırmaktan başka çare bulamamışlardı.

 

Bedri’nin insanları ikna etme hususunda üzerine yoktu. Sağdan girer, soldan girer; kırk dereden su getirir; ama neticede hedefine varırdı. Sara’yı da kendisiyle kaçmaya böyle ikna etmişti. Kız daha on beşindeyken Bedri’nin sözlerine inanmış ve bir gece yarısı, annesiyle babasının uykuda olduğu saatlerde, onunla kaçmıştı. Böylece kendisi farkında olmasa da hayatında çilekeş bir sayfa açmıştı. Zira Bedri eli ekmek tutan, iş güç sahibi bir insan değildi. Evliliklerinin ilk yıllarında Sara’yı anne babasının yanına bırakmış, gurbete çıkmıştı. Fakat gurbette iş tutmak ona göre değildi. Girdiği işlerde sebat edememiş, her hafta farklı bir işte bulmuştu kendini. Bu yüzden de elinde beş kuruş birikmiyordu. Bu arada bir kız çocuğu da olmuştu. Artık sorumluluğu artmıştı. Üç kişinin rızkını temin etmek zorundaydı.

 

Aklınca böyle olmayacaktı. Çalışmayla bol para kazanılamayacağını düşünmüştü. Eski çevresi de onu bir türlü bırakmıyordu. Ona beraber çalışmayı teklif ediyorlardı. Kirli işlere bulaşmıştı sonunda. Fakat bu, onun ilk kirli işi değildi. Çek senet tahsiliyle uğraşıyordu. Başı bir türlü belalardan kurtulamıyordu. Hapse girip çıkmalar, yaralamalar, yaralanmalar onun için sıradan işlerdi. Ta ki son işindeyken kalbinin ortasından bıçaklanana kadar… Genç yaşta aldığı bir bıçak darbesiyle üç kişilik bir aile bir anda dağılmıştı. Yanlışların gölgesini iz tutan genç Bedri, hayatının baharında dünyaya ve körpe kızına doyamadan göçüp gitmişti.

 

Bedri’yi gencecik yaştayken dünyadan koparan şey, yaptığı kirli işlerdi. Onun bu karanlık işlere bulaşması toyluğundan, eğitimsizliğinden ve kötü çevresinden dolayıydı. Şayet ailesi onun yanlış yolda yürüdüğünü vaktinde fark edip elinden tutsaydı ve örgün eğitime devam etmesini sağlasaydı bir hayat böyle trajik bir şekilde sonlanmazdı. Sara ve kızı da onun bıraktığı enkaz altında ezilmek zorunda kalmazdı. İlimden gidilmeyen yolun kör karanlık olduğunu öğrenmek için çevrede yaşanılanlara bakmak yetebilirdi, ille de bedel ödemek gerekmezdi. Zira akıllı insanlar en ucuz nasihati çevresinde yaşanılanlardan alırdı.

Sara’nın Bedri’den uzak günleri duygusal anlamda bir çeşit travmaydı. Çünkü Bedri, ona bir güzel gün yaşatmamış olsa da, onu yine de seviyordu. Masmavi gözlerine bakınca aydınlık ufukları görüyordu. Bunun yalancı bir aydınlık olduğunu nereden bilebilirdi ki?...

 

İnsan kaderiyle doğar” derler ya, bu söz sanki Sara için söylenmişti. Bu kader iyiyse hep iyi gider, kötüyse hep kötü… Sara’nın kaderi ikinci cinstendi. Zira o, gözlerini dünyaya açtığı günden beri bir güzel gün görmemişti.  Kocasından çektikleri yetmezmiş gibi, on yıl evvel yaptırmış olduğu yanlış bir iğneye bağlı olarak geçirdiği felç, hayatını karartmıştı. Köylerinde sağlık ocağı olmadığı için iğne işlerine köyün muhtarının karısı bakıyordu. Köylüler, doktorun yazdığı iğneleri şehre inip hemşirelere yaptırma zahmetine girmedikleri için, soluğu muhtarın birinci eşi Zeynep Hanım’ın evinde alıyorlardı. O, hiçbir tahsili olmadığı halde yıllardan beri hayrına iğne yapıyordu köylülere. Kadın bu iş karşılığında hiçbir ücret almadığı için köylülere de pek cazip geliyordu. Zira şehre gitmek için onca para verip araba tutmak gerekiyordu. Hem şehre gidip gelmek nerdeyse bir günü alıyordu.

 

Daha evvel köy halkından birinin üç yaşındaki çocuğu da bu kadının yaptığı yanlış iğne yüzünden sakat kalmıştı. Çocuğun annesiyle babası bu duruma çok üzülse de “Neylersin kader işte!” deyip işi geçiştirmişlerdi. Çocuk şimdi kocaman bir delikanlı olmuş, bu yanlışın ceremesini çekmekteydi. Oysa bu ileri çağda körü körüne böyle hatalar yapmak hiç de anlaşılır gibi değildi. Üç kuruş için böyle hayatî riskler almak, cehalettin bariz göstergesiydi. İlimden gidilmeyen yolun insanların hayatını nasıl da kararttığı apaçık ortadaydı.

 

Bir zamanlar günün yarısını çok sevdiği köydeki bağında, bahçesinde geçiren Sara, bir hiç uğruna felç olduktan sonra tek başına ihtiyaçlarını göremez hâle düşmüştü. Kanatları kırık bir kartaldan farksız ve de çaresizdi. Çok sevdiği köyünden, kerpiç evinden ve onu hayata bağlayan acı tatlı hatıralarından ayrı kalacaktı. Hayatta tek kızı vardı. O da şehirde oturuyordu. Bundan sonra hayata onun yanında devam etmek mecburiyetindeydi.

 

Sara’nın hayatı felçle karardıktan sonra şehre gidip gitmeme konusunda çok düşünmüştü. Fakat bu hâliyle ihtiyaçlarını göremezdi. Birileri ona el vermeliydi. Ama çok zordu yaşlı bir insanı toprağından ve acı da olsa hatıralarından koparmak… Bu durum ruhuna ağır geliyordu. Onun içindir ki, dıştan belli olmayan gözyaşlarını yüreğinin tenhasına akıtıyordu. Bu, kurşundan daha ağır yükü taşımakta güçlük çekiyordu. Çok kere yanındakileri görmüyor, onların ne söylediklerini duymuyordu. Kendi dünyasında ağır zemheriler geçiriyor, fırtınalara karşı ayakta kalma savaşı veriyordu. Siyaha çalan geçmişinin kırıntıları, yüreğinin en yumuşak yerine saplanan bir hançer gibiydi. Evindeki pılını pırtısını bir çuvala toplayıp götürebilirdi. Fakat keskin mızrak kabilinden olan hatıraları hiçbir çuvala sığmazdı.

 

Kaderin onun güçsüz sırtına yüklediği ağır yük taşınır gibi değildi. Keder ve hüzünler, zayıf düşmüş yüreğine adeta abanmıştı. Keskin dişli bir aslanın önünde ürkek bir ceylan, bir lokma olarak hissediyordu kendini. Duyduğu her uzun hava, uzun ve derin düşüncelere sevk ederdi yaralı yüreğini. Fakat yaşadıklarını çabuk benimsemişti. Şikayet etmezdi ahvalinden.

 

Şehre indiğinde beş katlı bir binanın en üst katında yaşamaya başlamıştı. Evin küçük bir odasını ona ayırmışlardı. Odanın küçük penceresindeki perdeyi aralar, karşıdaki yemyeşil bahçeyi seyreder, bu bahçe onun köye dair arzularını depreştirirdi. Burası onun için minyatür bir köydü sanki. O minik bahçede çalışanları gördükçe eski günlerini yâd ederdi. Bugünden düne açtığı o siyah beyaz düş koridorlarında, sıkışıp kalmadığı demlerde, koşar adım ilerlerdi.

 

Daha yakın bir zamana kadar toprakla dost yaşamıştı Sara. Gücü yettiğince ekip biçmişti koca Veysel’in “benim sadık yârim” dediği kara toprağı. Geceleri gökteki yıldızlarla seher vakitlerine kadar söyleşmişti. Eli ayağına yetiyordu; kimseye muhtaç değildi o zamanlar. Sabahleyin çıktığı derme çatma, kerpiçten yapılmış eve akşam neşeyle dönüyordu. 24 saati 24 bine bölüyor, çoğalttıkça çoğaltıyordu. Dik yokuşları andıran koca mâzi ve yaşadığı ân, kendisine hiçbir ikbal sağlamasa da, yarınlara dair umutları muhkem kaleler gibiydi. Yaşama dört elle sarılmıştı. Sert geçen kara kışlarda bile yüreği gül yüzlü bahardı.

 

Her şey umulandan daha güzel geçerken, bir sabah motorun kulakları tırmalayan tiz sesiyle uyandık. Günün bu erken saatlerinde bu motor sesi de neyin nesiydi? Ses çok yakınımızdan geliyordu. İnsanların bu saatte rahtsız edilmesinden hayıflandık. Acaba karşıki komşular kış hazırlığı mı yapıyorlardı? Sorular zihnimde uzun bir koridor oluşturmuştu ki dayanamadım yatağımdan kalktım. Kısa boylu, iri göbekli bir adam bize mevsimlerden haber veren, mahallenin tek yeşil alanı olan bahçede katliam yapıyordu. Bahçedeki erik ve karayemiş ağaçları vurgun yemiş, yerde upuzun yatıyordu. Pencerenin yakınında yatan anneannem endişeli bir ses tonuyla  “Neler oluyor, o ses de neyin nesi?” diye soruyordu.

 

Mahallemizdeki son ağaçlar da kesiliyor?” diyemezdim ona. O, tedirgin bir ses tonuyla sorularına yenilerini ekleyerek bir zincir gibi boynuma doluyordu. Nasıl cevap verirdim ona. On sene evvel yıkılan dünyasını bir de ben yerle bir edemezdim. Hatıralarını sakladığı gönül köşküne destursuzca giremezdim. “İnsanların gözünü para bürüdü, nerde bir yeşillik varsa yağmalandı. Vefa şimdi bir semt adı ve bir boza markasından öte değil, insanlık son nefesini vermekte…” diyemezdim. Onu bile bile hüzün yamaçlarından aşağı itemezdim. Toplumun fıtır değil, fikir sadakasına muhtaç olduğu gerçeğini varsın kendisi görsündü.

 

Pencereye yaklaşan anneannem, gördüklerine inanamamıştı. Bir anda sendeler gibi olmuştu. Zira hatıralarının minyatür bahçesi, göz göre göre hoyrat ellerce talan ediliyordu. Bu yüzden ruhuna büyük bir karanlık çökmüştü. Kendini iyiden iyiye yalnız ve bîçare görüyordu.

 

Ertesi gün yine sabahın ilk ışıklarıyla birlikte azgın bir canavarı andıran makineler mesaiye başlamıştı. Bahçenin bitişiğindeki kerpiç evin duvarları yıkıldıkça, göğe yükselen topraktan göz gözü görmüyordu. Perdenin aralığından bu manzarayı seyreden anneannem, ruhunun derinliklerine dalıyor, zaman sanki bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu.

 

Anneannemin sabahleyin kalkmak için saat kurduğunu ne görmüş, ne de duymuştum. Kuşluk vakti evimizin karşısındaki bahçede, birbirine nispet edercesine öten kuşlar onu uyandırmak için yetiyordu. O da bu sesler arasında yorganını üzerinden atar, sürüne sürüne pencereye yaklaşır, perdeyi aralar dışarıdaki kuşları, kelebekleri seyreder, bundan büyük keyif alırdı. Zira insanlardan umduğunu bulamayan anneannem, hayvanlarla apayrı bir ünsiyet kurmuştu. Çünkü onların sevgisi çıkarsız ve hesapsızdı. Şart kipi yoktu gönül lügatlerinde.

 

Talan edilen karşıki bahçenin sahibi Mehmet Efendi son nefesini verdiğinde, oğulları ve torunları timsah gözyaşları dökmüş, adamın toprağı henüz kurumadan, şehrin bu tek yeşil alanını ısrarla isteyen müteahhitle sıkı bir pazarlığa girişmişlerdi. Altmış daire olacak binadan kendilerine yüzde kırk gibi yüksek bir pay düşecekti. Bu da yirmi dört daire demekti. Böylece ailedeki fertlerin her birine dört daire düşüyordu. Böyle bir durumda yeşili kim düşünürdü?

 

Gözünü para hırsı bürümüş bu insanlar, zenginliğin peşinde koşuyorlardı. Cepleri şişkin olsa da bilgi ve görgü dağarcıkları bomboştu. Paranın cehalete engel olmadığını ispat edercesine tutarsız davranışlar içerisindeydiler. Hünkâr Hacı Bektaş Veli “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözünü sanki onlar için söylemişti. Yeşile düşmanlıkta sınır tanımayan bu menfaatperestler “Biz bu dünyayı atalarımızdan miras değil, çocuklarımızdan emanet aldık” Afrika atasözünden ne kadar da habersizdiler. Onların ufku, çıkarlarıyla sınırlıydı.

 

Beton yığınına döndürülmekte olan arsa bizim olmasa da, anneannemin kederi yüzündeki derin çizgilerden okunuyordu. Çünkü yeşilin vatanı ve milliyeti yoktu; o, insanlığın evrensel mirasıydı. Oralarda yaşayan hayvanların da yaşam hakları vardı.   Ağaçsızlık yüzünden erozyonu çağıran boş yamaçlar, milletlerin ortak ayıbıydı. İlimden gidilmeyen yolun ne kadar karanlık olduğunu görmek için bu çevre kıyımına bakmak yeterliydi. Yeşilliğin olmadığı bir ortamda yaşamak, sahrada balık olmak kadar feciydi.

 

Anneannem artık sabahları kuş sesleriyle değil, inşaatta çalışanların çıkardığı çirkin metalik homurtularla uyanıyordu. Canavar kesilen makinelerin seslerinden dolayı sabah ezanını bile duymakta zorlanıyordu. Koca adamlar, yer küreyi yaşanmaz hâle getirmek için el birliği etmişti. Bu yüzden kuşlar da küsmüştü şehrin tek yeşil alanını yerle bir edenlere. Ömrü boyunca saat nedir bilmeyen anneannem artık sabah erkenden uyanmak için saat kullanıyordu. Bir zamanlar seyrederek dinlendiği o yeşil köşeye şimdi bakmamak için gayret sarf ediyordu. Şehrin bu güzel köşesini tahrip edenlere içten içe büyük bir öfke duyuyordu.

 

Hüzün ve kederler kaderiydi anneannemin. Yaşamın çirkeflikleri ve insanların tutarsızlıkları onu iyice yormuştu. Hayatın kırık dalına tünemiş sefil bir baykuş gibi yaşamıştı. Sürekli bir yerden bir yere itilip kakılmıştı. Acıyı bal, dikeni gül eylemişti. Hayatta nice badireler atlatmıştı bu yaşlı çınar... Zira kaybettikleri kazandıklarının çeyreği bile değildi.

Hayat ona gülen yüzünü bir türlü göstermemişti. Sanki iki değirmen taşı arasında yaşamıştı senelerce. Dayanma gücü sıfıra yaklaşmıştı. Son günlerde artık gözlerini açacak mecali kalmamıştı. Umarsız bakışları damlada fırtınalar koparıyor gibiydi. Gördüğü her nesneden hüzün sağıyordu. Hayat değirmeninde unufak olan senelerin  paslı kıymıkları bir kurşun gibi yaralı idrakine saplanmıştı. Aslanın önünde can havliyle koşan yaralı ceylanın düşmesi an meselesiydi. Yaşamına koltuk değneği olan duyguları seher yeliyle savrulmuştu.

Bakışlarını kısmıştı, nazarlarını ruhunun derinliklerine yöneltmişti anneannem. Belli ki gönlünün dehlizlerinde çatışmalar yaşıyor, fakat sesler dışarıya yansımıyordu. Tat alma duyuları kekremsi bir tatla sınırlıydı. Yaşadığı her an, onu dünyaya yabancılaştırıyor, şairin deyimiyle dünya sürgününü uzatıyordu. Işık, her dem eşyanın üzerindeki hükmünü kaybediyordu. Yolun sonuna gelindiğini bütün hücreleriyle birlikte hissediyordu. Oysa hep yeni umutları yakalama hevesi ve iştiyakıyla gelmişti bu günlere. Bunun ötesi sözde bahardı.

Hayat, buz gibi soğuk kepenklerini, hayatı Meryem’ce yaşayan anneannemin o yemyeşil gözlerinin üzerine bir daha açılmamak üzere kapatmıştı. Şairin deyimiyle bir tel kopmuş, ahenk ebediyen kesilmişti. Sert esen bir poyraz, can uçurtmasının telini koparmıştı. Yaşam denen yelkenli, bir limandan kopup yeni bir limana yol almıştı. Belli ki gök kubbenin altında nasibine düşen nefesler tükenmişti. Kimsesizlerin kimsesine sığınmıştı o. Ruh tebdil-i mekân etmiş, arşın ve zamanın ötesine kanatlanmıştı. Yel değirmeninin rüzgârı kesilmişti. Hayatın yamaçları ıpıssız kalmıştı. Bir ömre sığmayan fani ten, iki mezar taşı arasına nasıl da sığmıştı. Şimdi kökü mâzide saklı bir ulu çınar altında sonsuzluk uykusunu uyumaktaydı.

İki parantez arasındaki tarihleri bir kısa çizgi öylece ayırmıştı.  Şimdi pembe boyalı odasının duvarında asılı duran siyah beyaz fotoğrafı, yaşadığının sanki tek deliliydi. Ona dair hatıralar gözlerimin önünde resmigeçit yapıyordu. Dünden bugüne, bugünden yarına uzun bir koridor açılıyordu. Zamanın ve mekânın üzerine sanki bir ölü toprağı serpilmişti.

Onun masallarıyla büyümüştüm ben. O, bana hep analı kızlı masallar anlatırdı. Bu, annesini hiç hatırlamayışından mı kaynaklanıyordu? Kim bilir?.. Hayata onun penceresinden bakmıştım. Hayatın bütün renklerini taşıyan uçurtmamı onun gök boşluğunda uçurmuştum. O, bütün engellerine rağmen hayata sımsıkı sarılmıştı. Aslında en büyük engel, zihnimizi çepeçevre kuşatan, bize çaresizliği fısıldayan kötümser duygulardı. O, bunlardan azadeydi. O, hayat mektebinin her zorluğuna göğüs geren ve dersini iyi çalışan vurgun yemiş bir talebeydi. Yaşadıkları ona “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” sözünün önemini kavratmıştı.

 






 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması Birincisi

Mustafa ERMİŞ

SAVAT


 

Güneşin yükseldiği yerden,

  İlim doğarken,

    İlk açılan evrenin gözleriydi.

      Tanrı, insanı yaratmış niye?

        Bilimle,

          Dev adımlar atsın diye…

 

Hadi gel,

  Nefsine uyup da zamanı öldürme.

    Hiçbir şey,

      İyi işlenmiş insan kadar kıymetli değildir…

        Doğru düşünüp,

          Doğru söylemek, gerçek insan kimliği iken 

            İnsanları yargılayan Tanrı değildir.

              Bak cahil insana ne oldu?

                Uyan artık, uyan sabah oldu…

 

Ey benim insan başım,

  Ucuz insanlarda bulunmaz ilim.

    Seni mutlu kılıp,

      Mutlu tutacak olan, ilimdir ilim.

        De haydi sen,

          İlim öğrenen,

            İlim Öğreten,

              Dinleyen / seven ol.

                Ya sorgulayan,

                  Ya da gerçekten yana ol…

 

Masallar gece / gündüz niye,

  Anlatılır niye?

    Uyuyalım diye!

      Gül yanaklı şafak ilimle,

          Her gün günaydın derken,

            Güneş ışığını,

              Yalnızca sevgililer mi giyer?

 

Ben, “İlim Dede”min torunuyum,

  Gün ışığını savat yapıp,

    Gönüllere işlerken, 

      Niye, dilek dileyeyim.

        Hayatın önünde eğilmedim ki

          Niye,

            Cehaletin önünde eğileyim…

 

Bilirim:

  “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”

    Aklın yolu bir,

      Yüreğin şiiri bilimdir...

 

 

 

Sen ey ilim,

  Sen ey evrenin ağzında ki dilim.

    Zaman, sessiz bir testere iken,

      Senden doğar çağdaş insan.

        Eylemlerinden sorumlu,

          Sevmek,

            Yaşamak,

              Ölmek nedir, bilendir insan…

 

Ey adalet;

  Fırtınalar estiğinde bile,

    İlim ile yalnızca,

      Gerçeği bilmek yöntemi arayan,

        Muhtaç olmadan,

          İnsan olmanın onuruyla yaşayan,  

            Bir harfe köle iken,

              Yeter

                Sen kaç “kerbela”sın bilimden ışık almayan…

 

Varsa eserimiz yarınlara kalacak.

  Bebekler bilgi ağacı.

    Bebekler su, 

      Hangi kaba koyarsak, onun şeklini alacak...

 

Şimdiler de,

  İnsanın en az bildiği,

    En çok inandığı ise:

      İlk önce bebeklere

        Kendi iç dünyasını tanımayı        

          Aklını kullanmayı

            Cesur olmayı

              Öğrettik mi ki

                Ayakta dursun

                  En büyük eserimiz bu olsun…

 

Ey kardeşim:

  Bu zamanda ilim-bilim,

    Kendini bilip tanımaktır.

      Ya da,

        Bir parmağının adını merhamet koymaktır...

 

Hünkâr Dedem der ki:

  Dünya fani,

    Ebedi olan topraklıktır.

      Yaşarken:

        “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır”….

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması İkincisi

Saltuk Buğra BIÇAK

KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK

 

 

Kör kuyularda kalır

İlimden mahrum olan

Gönül perdesini açamaz ufuklara

Cehalet kirli aynadır, bilirsin

Göremezsin hakikati, gerçeği

Seçemezsin eğriyi ve doğruyu

İlim ise bir şamdan bir çerağdır

Saklayamazsın katran kara karanlığı

Yunus'un, Hacı Bektaş'ın gönül dili ilimdir

İlimle aydınlanmak vuslata vardığım demdir!

 

Geceyi güneş kovar, gün gülleri okşar

Bilginin uzandığı mekânlarda medeniyet doğar

İnsanlık paydasında toplanır nice erdem

Yakamoz gülüşlü çocuklar ve gençler, haydi gelin

Bekliyoruz yolunuzu elimizde umut kokan çiçeklerle

Bilim, teknoloji, ilim, ahlâk

Yolun işaret taşları bunlardır mutlak

Yunus'un, Hacı Bektaş'ın gönül dili ilimdir

İlim yolunda varlığım serilmiş bir kilimdir!

 

Ümitler devşirdim tebeşir beyazı

Karatahta önünde gökkuşağı yarınlar bekledim

Bir tohumdur ilim; uygarlıksa nazenin bir filiz...

Bir fidan da sen dik kardeşim medeniyet ormanına

Hikmete ermek için ilim nakşetmeli

İlmek ilmek bilgiyi hayata işlemeli

Yitik malıymış insanın, arayıp bulmalı

Yunus'un, Hacı Bektaş'ın gönül dili ilimdir

İki kanat takmalı, biri edep diğeri bilimdir!

 

Kaybolduğum atlasta pusuladır, fenerdir ilim

A'dan Z'ye uzanırken alfabenin yıldızları

Dört harf, iki hece; yalnız manada derin

Gölgeleri bile siler ilmin kandilleri

İlim derya ise, bilgimiz bir damla

Damlaya damlaya bilgi elbet umman olur

Ecza misali türlü derde derman olur

Yunus'un, Hacı Bektaş'ın gönül dili ilimdir

Aydınlığa uzanan kalem tutan elimdir!

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Serbest Vezin Şiir Yarışması Üçüncüsü

Remzi KOÇ

OĞUL

 

 

Oku be oğul,

Yeniliklere kucak aç

Kavuş ilim derinliğine

Yırt karanlıkların perdesini.

Aldırma sen,

Gâvur icadı diye

Traktöre binmeyen cahillere.

İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.”

Diyen Hacı Bektaşi Veli’den hisse al.

Oku aydınlat

Çevreni, milletini pırıl pırıl

Ayrılma Atatürk’ün izinden.

Oğul,

Boş ver dinleme onları

Okuyup ta mollamı olacaksın diyenleri

Varsın desinler

Yunus Emre örneği

Sende ilim irfan sahibi ol ki

Yoluyun sonu aydınlık olsun.

Dostluk kardeşlik duyguları sarsın içini

Yaratandan ötür sev yaratılanları.

Oğul,

Sen kendine medeni insanları örnek al

Oku, yaz, yetiştir kendini.

Medeniyetin tek dişi kalmış canavarlığına

Asla ve asla inanma

Bu düşüncede olan insanların

Yollarının başı da sonu da karanlıktır.

Oğul,

Sen inanma duyma

Kız çocukları okutulmaz diyenleri

Oku vatan, millet, bayrak

Sevgisiyle doldur çantanı.

Okuyan kişiler,

Ömür boyu giderler aydınlık yollarında.

Oğul,

Sözün özü,

O ruh hastası, insan bozuntuları

İlim bilim sahibi olsalardı

İnsan sevgisiyle dolsalardı

Kalmasaydı yollarının sonu karanlıkta

Hiç kardeşkanı akar mıydı Madımak’ta

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması Birincisi

Kamber NAR

BAKARIM

 

 

Bilimsiz hayatın sonu karanlık

Aydınlığa giden yola bakarım

İnan ki düşündüm şöyle bir anlık

Kendimden ziyade ele bakarım

 

İlimle keşfettik güzel dünyayı

Mekikle dolaştık Mars ile ayı

Burada büyük pay, insanın payı

Edison’la ışık pile bakarım

 

Atatürk bir daha gelmez ki geri

Yolunda yürürüz, ezelden beri

Dikenler kaplamış bütün her yeri

Onların içinde güle bakarım

 

Müspet ilim bizden, ister fedayı

Teknikte, yükseltir sesle sedayı

Çiçeklerden toplar türlü gıdayı

Arı bir sebeptir bala bakarım

 

Neler var hünkârın, ettiği sözde

Bir lokmayı kırka böleriz bizde

Erenler ceminde posta niyazda

Kemerbest bağlamış bele bakarım

 

Çabalar dururum, ilmin yolunda

Yurtsever aydının, zincir kolunda

Aslanı sağında ceylan solunda

Bunları dost eden hale bakarım


Cehalet, ateşi sönmeyen küldür

İlimse mürşittir, hakiki yoldur

Pir Sultan ozanca direnen haldir

Korkmadan söylemiş dile bakarım

 

Dışarıdan aldık, yetmiyor saman  

Böyle gider ise, halimiz yaman

Bilimsel çalışma olduğu zaman

Ne paraya nede pula bakarım

 

Bir kere bilime değer mi verdin

Hep gâvur icadı, günahtır derdin

Gemi çoktan kaçtı, murada erdin

Şu senin yüzdüğün sala bakarım

 

Dünya üretirken, yan gelip yattın

Özelleşsin diye her şeyi sattın

Kürsülerden ucuz nutuklar attın

Kalmışsa mangalda küle bakarım

 

Yunus’a özenir, kendin bil derim

Kadınla erkeği bir tutmuş pirim

Çağdaşlık, bilimde neden fakirim

Hep geride kalmış kula bakarım

 

. . . . . .’yim önce kendini tanı

Âlimler ışıtmış cümle cihanı

Elbette ağaçtır sazın bir yanı

Birlikte ses veren tele bakarım

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.

 

 

 


Hece Vezni Şiir Yarışması İkincisi

Ali Rıza UĞURLU

İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR

 

 

Ta Adem’den beri, İnsana özgü                 

İlim ilmi, ilim  kendin bilmektir                     

Bir marifet ehli, olayım dersen                   

ilim ilmi, ilim  kendin bilmektir                      

 

Bilge kişilerle, biz ilmi seçtik                       

Zoru  tepeleyip, tıp da geliştik

Mikrobu zehir i, dize getirdik

İlim ilmi, ilim kendin bilmektir

 

Hünkar’ın öğüdü, işin özüdür

İİim siz bir kişi, körün körüdür         

Görmez bakar ise, o özürlüdür

İlim ilmi, ilim kendin  bilmektir

 

İlimden yürüdük, Evreni sezdik

Uzay dan aşağı, sesler indirdik

Ay dede der idik, üstünde gezdik

İlim ilmi,  ilim  kendin  bilmektir

 

İnsan kendin bilsin, onda akıl var

Kadında erkek de, aynı anahtar

İnsan doğduğunda, ilimle doğar

İlim  ilmi,  ilim  kendin bilmektir

    

İlimsiz  bu  alem, bilinemezdi

Feza  her şeyiyle, sezilemezdi

Uçup inip  Ay da, gezilemezdi

İlim ilmi, ilim  kendin  bilmektir

 

İlimden gitmeyen, menzil alamaz

İlimden  gidenin, yolu  uzamaz

Bilge bir kişinin, önü  daralmaz

İlim ilimi, ilim kendin bilmektir

 

Aşılması zordu, dağla güreştik

Kırdık kayaları, tüneller deştik

Gemiler yürüttük, deryalar geçtik

İlim ilmi,  ilim  kendin  bilmektir

 

İnsan da ki o güç, ilahi  kuvvet

Yeter ki can ilme, eylesin niyet

İlmi olmayanda, olmaz marifet

İlim ilmi, ilim  kendin  bilmektir

 

O kara günlerden, bilgi çağına

Köprü  kurdu insan, su akarına

Hurafe sökmedi, aklın zannına

İlim  ilmi, ilim  kendin bilmektir

 

Devrim Baba, Hünkar ilmiyle pirdi

İlimsiz bir yoldan, gitmeyin derdi

Önce  vasıl  olan,  er  kendisiydi

İlim  ilmi, ilim  kendin  bilmektir

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması Üçüncüsü

Fikret DİKMEN

İLİM YAZ

 

 

 

Kur’andaki kelam böyle buyurur

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

İnsanlığa beyan eder, duyurur

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Cehaleti kökten siler bitirir,

İnsanlığa huzur barış getirir

Toplumları aydınlığa götürür

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Hiç kimsenin kapısına olma kul

Bilim ile kazanılır para pul

Çin de olsa bile yine ara bul

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

İncelersen kâmil insan olursun

Noktasından dahi hisse alırsın

Ne ararsan satır satır bulursun

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Hiçbir zaman düşme derde, eleme

Duruşunu göster cümle âleme

Defterini yokla, sarıl kaleme

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Gözlerini çevir ışık yönüne

Umutla bak bu gününe dününe

Hakikati serer senin önüne

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Bir kazandan cümle canı doyurdu

Öğüt verdi her tarafa duyurdu

Hünkârımız bize böyle buyurdu

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz

 

Uyanık ol sırrın verme namerde

İlaç gibi gelir bilgi tüm derde

..sende her alanda, her yerde

İlim öğren, ilim oku, ilim yaz.

 

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.

 

 

 


Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon

Etem KARAGÖLLÜ

IŞIK

 

 

 

İNSAN OĞLU OKUYARAK GELİŞİR

İLİM KIVILCIMI ÇAKRSAK BİZLER

AYDINLIK İÇİNDE KAİNAT IŞITIR

İLİM MEŞALESİ YAKARSAK BİZLER

 

ÖĞRENMEK ÖĞRETMEK İŞİN HÜNERİ

İDRAK OLUR KARANLIĞIN FENERİ

GÜNDÜZ EYLER BULUNDUĞUN HER YERİ

İLİM DİREĞİNİ DİKERSEK BİZLER

 

BİLİM İLE IŞIK VERDİ EDUSUN

ÖRNEK OLDU TÜM CİHANA SALDI ÜN

ŞAFAK SÖKER ÜZTÜMÜZE DOĞAR GÜN

İLİMLE DÜNYAYA BAKARSAK BİZLER

 

TEKNOLOJİ TEKNİK İLE OLUŞUR

PLAN PROJE EMEK İLE BULUŞUR

BÜTÜN BUNLAR AKIL İLE ÇALIŞIR

İLİM DERYASINA AKARSAK BİZLER

 

ATATÜRKÜN DÜŞÜNCESİ YER BULUR

ÇAĞDAŞLIK HÜRRÜYET ÖZGÜRLÜK OLUR

CEHALET KALKINCA BİLGİ YOL ALIR

İLİMLE ĞAFLETİ YIKARSAK BİZLER

 

HAKİKATA EREN EĞOSUN ATAR

SADETİN İÇİNE SEVGİSİNİ KATAR

ÖFKENİN YERİNİ HOŞGÖRÜ TUTAR

İLİM TOHUMUNU EKERSEK BİZLER

 

HACI BEKTAŞ REHBERİMİZ PİRİMİZ

KARAGÜLLEM HAKKA VERDİK SERİMİZ

GÖNÜL MEKANINDA OLUR YERİMİZ

İLİMLE HUZURA ÇIKARSAK BİZLER

 

 

 

 

 

 

 

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Kısa Öykü Yarışması Sonuçları:
1.Fehmi SAĞLIK “İKİZLER” adlı öykü ile.
2.Hasan İPEK “ÖNYARGI” adlı öykü ile.
3.Nihat MALKOÇ “BAHAR GELMİŞ MEMLEKETİN BAHÇESİNE BAĞINA...” adlı öykü ile.

2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Serbest Vezin Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Mustafa ERMİŞ "SAVAT" adlı şiiri ile,
2.Saltuk Buğra BIÇAK “KÖR KUYULARDAN ÇIKMAK” adlı şiir ile.
3.Remzi KOÇ "OĞUL" adlı şiir ile.
2013 Yılı Hacı Bektaş Veli Kültür ve Sanat Etkinlikleri Hece Vezni Şiir Yarışması Sonuçları:
1.Kamber NAR "BAKARIM" adlı şiir ile,
2.Ali Rıza UĞURLU “İLİM İLMİ İLİM KENDİN BİLMEKTİR" adlı şiir ile.
3.Fikret DİKMEN “İLİM YAZ” adlı şiir ile.
MANSİYON: Etem KARAGÖLLÜ "IŞIK" adlı şiir ile.
MANSİYON: Ramazan TEKNİKEL "ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR" adlı şiir ile.





Hece Vezni Şiir Yarışması Mansiyon

Ramazan TEKNİKEL

ÇAĞIN KAPISINI AÇAN İLİMDİR

 

 

Aydın insan her dem ilim yolunda
Aydınlığa giden kapı ilimdir
Bilimin peşinde, fennin yanında
Uygarlığı giden kapı ilimdir

Uygarlığa giden yolda koşarak
Engeli güçlüğü her dem aşarak
İlmin gerçeğiyle dolup taşarak
Hakikat yolunda giden ilimdir

İlmin gerçeğine varılmadıkça
Çağdaş uygarlığa sarılmadıkça
Bilimin yolunda yorulmadıkça
Bize yol gösteren kapı ilimdir

Fizik, cebir, kimya ilmin dalları
İnsanın vardığı doğru yolları
Benliğe sindirip bütün bunları
Çalışıp didinen okul ilimdir

Gökyüzünde uçak olur hız olur
Yeryüzünde kış ayında yaz olur
Hız çağında koca dağlar düz olur
Geceyi gündüze katan ilimdir

Zaman deryasında koşup durunca
Dünya sofrasında ilme dalınca
“En hakiki mürşit ilim” deyince
Çağın kapısını açan ilimdir